OSMANLI DÖNEMİNDE BİLECİK'TE SALGIN HASTALIKLAR
Yaptığı pek çok kaliteli kitap ve makale çalışmalarıyla Bilecik’in ve üniversitenin takdir edilen isimlerinden birisi olan ve Bilecik’in ilim, kültür, sanat hayatına önemli katkılar sunan Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Halim Demiryürek, 2015 yılında yayımlanan “Ertuğrul Sancağı (1900-1918)” adlı eserinin “Ertuğrul Sancağında Sağlık” bölümünde Bilecik ve çevresine ilişkin çarpıcı bilgiler veriyor.
Söz konusu bölümde Bilecik’teki sağlık yapılanması, sağlık hizmetleri ile kolera, frengi ve veba gibi salgın hastalıklar Osmanlı belgeleri esas alınarak enfes bir üslupla anlatılıyor.
Osmanlı döneminde Bilecik'te görülen salgın hastalıklarla ilgili bölümü aşağıdan okuyabilirsiniz.
ERTUĞRUL SANCAĞINDA SALGIN HASTALIKLAR
On dokuzuncu yüzyıl öncesinde büyük ölçüde vakıflar aracılığıyla tanzim edilen genel sağlık hizmetleri Tanzimat’la birlikte kurumsallaşma sürecine girdi ve sağlık hizmetleri doğrudan devlet tarafından atanan sağlık görevlilerince icra edilmeye başlandı. Tanzimat’ın ilanı sonrasında 1861 tarihli Tababet-i Belediye İcrasına Dair Nizamnâme çerçevesinde hekimlerle ebelerin eğitim ve çalışmaları kayda geçirilerek ülkedeki sağlık elemanlarının haritası çıkarıldı. Ayrıca 1871 tarihli İdâre-i Umûmiye-i Tıbbiye Nizamnâmesi’yle taşraya hekim tayini ve görev süreleri meselesi düzenlenerek vilâyet, sancak ve kazâlarda Memleket Tabibi adıyla hekimler görevlendirdi. Bu tabiplerden tedavi edici hizmetin yanında halk sağlığı ve koruyucu sağlık hizmetleri vermeleri de istendi. Nizamnâmeye göre belediye eczaneleri, diploması olan bir eczacının idâre¬sinde olacaktı. Eczaneler için gerekli olan ilaç ve malzemeler, mahallî belediye tarafından karşılanacak, fakir olanlara ilaçlar ücretsiz verilecekti. Sağlık alanındaki örgütlenmeye sonraki yıllarda da devam edildi. 1913 tarihli Vilâyet İdâre-i Sıhhiye Nizamnâmesi’yle memleket tabipliği daha etkin bir hale getirilmeye çalışıldı ama hizmet anlayışı yönünden yeni bir gelişme olmadı. Bu düzenlemeyle Memleket Tabipliği yerine Hükümet Tabipliği adı benimsendi. Aynı zamanda şehirlerde sağlık müdürlüklerinin teşkili ve daha küçük idarî ünitelerdeki sağlık sorunlarına gerekli müdahaleyi yapabilmek için ‘Sıhhiye Meclisleri’ kurulması kararlaştırıldı.
Yeni düzenlemeler doğrultusunda Ertuğrul sancağında da sağlık alanında teşkilatlanmaya gidildi. Sancak merkezi olan Bilecik’te hastane yoktu fakat hastaların tedavi edilmeleri için doktorlar tayin edilmişti. 1880’de Bilecik’te, Tabip Alako Efendi ve Cerrah Mehmed Efendi sağlık hizmeti vermekteydi. 1887’de Memleket tabipliği vazifesini Corci Efendi yürüt¬mekteydi. 1894’e gelindiğinde Bilecik belediye tabibi olan Altunyan Efendi’nin azledilmesiyle bu göreve Kirkor Harunyan Efendi tayin edilmişti. 1907’de ise Tabip Hasro Efendi söz konusu hizmeti görmek¬teydi. Bilecik’teki doktorların yanında sağlık örgütünün bir parçası olarak iki eczane faaliyet gösteriyordu.
Sağlık hizmetlerinin daha etkin verilebilmesi için doktorlardan başka yardımcı sağlık personeline de ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu bağlamda 1903 senesinde Bilecik’e bir ebe tayin edildi. Aynı dönemde Bilecik’te bir de aşı memuru bulunuyordu.
Sancak merkezindeki sağlık yapılanmasının benzerini kazâ ve nâhiye¬lerde de görmek mümkündü. Arşiv belgeleri, 1902’de Küplü nâhiyesinde 3 tabibin olduğunu, lâkin aynı yılın ortasında bunlardan birinin nizama aykırı istihdam edildiği gerekçesiyle görevden alındığını göstermektedir. Yöre halkı, nâhiyede sağlık hizmetlerinin daha iyi yürütüle¬bilmesi için yardımcı sağlık personeline ihtiyaç duyduklarını dile getirince, Bilecik’teki ebenin sancak merkezine çok yakın olan bu nâhiyedeki ihtiyacı da karşılamasına karar verilmişti (1909).
Şurası ilginçtir ki, nüfus potansiyeli açısından Küplü’den daha büyük bir yerleşim birimi olan Söğüt’teki sağlık hizmetleri daha sınırlı bir personel tarafından yürütülüyordu. Kazâda, 1907’de bir tabip (Mustafa Efendi) istihdam edilmişti. İki yıl sonra da bir ebe (Aliye Hanım) atanmıştı.
İnegöl’de sağlık hizmetlerinin nispeten daha iyi kurumsallaştığı anlaşılmaktadır. Burada 1907’de sağlık hizmeti veren bir Gureba Hastanesi vardı. Hastane komisyonu içinde Seyyar Frengi Tabibi Nuri Efendi, Belediye Tabibi Agop Efendi ve Eczacı Sadık Efendi yer alıyordu. Bölgede frengi hastalığının yaygınlaşması üzerine 1911’de kazâda ayrıca bir frengi hastanesi açıldı. Bir müddet sonra kapanan hastane 1913’te yeniden hizmet vermeye başladı. Hastanenin 15 personeli mevcuttu. Zamanla İnegöl’deki sağlık perso¬neli sayısının arttığı görülmektedir. Nitekim 1914’te kazâdaki hastanelerde çalışan sağlık personeli sayısının 50’ye çıkartılmak istendiği anlaşılmaktadır. Yenişehir’le ilgili bilgiler ise oldukça sınırlıdır. Arşiv belgelerinden kazâda 1917’de bir uzman göz doktorunun görev yaptığı öğrenilmektedir.
Sancakta sağlık hizmetleri veren doktorlar basit hastalıkları tedavi edebilecek düzeyde eğitim almışlardı. Çok ağır hastalıkları tedavi edebilecek uzmanlıkları yoktu. Tedavisi sancakta mümkün olmayan hastalıklara yakalananlar, uzman doktorların istihdam edildiği Bursa ve İstanbul gibi merkezlere sevk ediliyordu. Bununla birlikte Bilecik’e de dışarıdan hasta sevki yapılabiliyordu. Fakat gelen hastaların doktor tedavisi için değil, şehrin havasından faydalanmak üzere yönlendirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim 1915’te ruhsal bunalım yaşadığı doktor incelemesiyle sabit olan Galatasaray Sultanî Mektebi öğrencisi Murtaza Efendi, “temiz havası nedeniyle fikren istirahat edebileceği” Bilecik’e yollanmıştı. Aynı amaçla Eskişehir’den Bilecik’e gönderilen hastalar da vardı.
Burada üzerinde durulması geren bir diğer nokta, sağlık malzeme¬leridir. Daha önce doktorların görev yaptığı yerlerde muhafaza edildiği sanılan tıbbî malzemelerin korunması ve sağlıklı bir ortamda tutulması amacıyla Bilecik’te 1913’te bir sıhhiye deposu açıldı. Anılan tarihten iki yıl sonra ise masrafı vilâyet bütçesinden karşılanmak üzere ikinci bir deponun açılmasına karar verildi. Ancak neden böyle bir ihtiyacın doğduğu anlaşılamamaktadır.
SALGIN HASTALIKLAR
Osmanlı ülkesinde bazı dönemlerde hastalıkların geniş alanlara yayılarak salgın hale geldiği görülmektedir. Seyahatler, sevkiyatlar ve savaşlar sonrasında yaşanan göçler, hastalıkları yaygınlaştıran etkenler olmuştur. Ayrıca ortak kullanılan mekânlar, lağım suyunun içme suyuna karışması, çöp gibi unsurlar da bu hastalıkları tetiklemiştir. Kolera, frengi ve veba Osmanlı’da görülen en yaygın salgın hastalıklardır. Ülkede olduğu gibi Ertuğrul sancağında da birçok insan adı geçen hastalıklara yakalanmıştır.
Sancakta 20. yüzyıl başlarında frengi hastalığı Bilecik’te, Lefke’de ve özellikle de İnegöl’de yaygındı. İnegöl ve çevresinde baş gösteren frengi hastalığını önlemek için Seyyar Frengi Tabibi Ömer Nuri Efendi görevlendirilmişti (1902). Ömer Nuri Efendi, Domaniç’in köylerini tek tek dolaşarak hastalığa yakalananların isimlerini, hastalıklarının derecelerini bir deftere kaydetmişti. Ayrıca hastaların tedavisi için gerekli olan ilaçlar, İnegöl Eczanesi’nden alınarak hastalara ulaştırılmıştı. Öte yandan ahaliyi bilinçlen¬dirme çalışmaları çerçevesinde hastalık hakkında bölge insanına bilgi verilmiş, Vilâyet Meclisi kararıyla frengi hastalığının nasıl yayıldığı hususunda halkın anlayabileceği düzeyde makaleler yazılmış ve vilâyet gazetesinde yayınlanmıştı. Yapılan incelemelerde sadece Domaniç ve çevresinde değil, İnegöl’e bağlı Mezid, Güney Kestane, Reşadiye, Karacakaya iskânı, Kanlı ve Tüfenkçi¬konak, Mesudiye, Kozluca, Şibali, Kulaca, Tekyedere ve Yenice gayrimüslim köylerinde de frenginin yaygın olduğu tespit edilmişti. Buralara gidilerek hasta kişilere İnegöl Eczanesi’nden tedarik edilen ilaçlar ücretsiz olarak verilmişti. Bu dönemde ücretsiz ilaç verilen ve isimleri deftere kayıt edilen hastaların sayısı 1.393’e ulaşmıştı. Araştırmaların sonucunda, İnegöl köylerindeki frengi hastalığının köylüleri traş eden berberlerin usturalarından bulaştığı anlaşılmış, Bilecik ile Kütahya’da da hastalığın hüküm sürdüğü ve yayılmakta olduğu belirlenmişti. 1902’de 2 Şubat-14 Haziran arasındaki süreçte İnegöl ile Domaniç’e bağlı 14 köyde frengi hastalığı tespit edilmiş ve Vilâyet Seyyar Frengi Tabibi Ömer Efendi’nin çalışmalarıyla hastalar tedavi edilmeye çalışılmıştı.
Ömer Nuri Efendi, bölgede çok yaygın olan frenginin etkisiz hale getirilmesinin daha teşekküllü bir tedavi süreciyle mümkün olabileceği kanaatinde olduğu için İnegöl’de 40 ve Domaniç’te 20 yataklı hastanelerin inşâ edilmesi önerisini ilgili makamlara iletmişti. Bu düşünce yetkililer tarafından kabul görmüş ve 10 Kasım 1902’de Dâhiliye Nezâreti, vilâyetin, hastanelerin yapımı hususunda gerekli kolaylığı göstermesini istemişti. Burada bir parantez açıp belirtilmeli ki, Ömer Nuri Efendi hastane inşâası türünden etkili teklifler sunmuş fakat hastalığın tedavisi için ortaya atılan Avrupa’dan tabip getirme fikrine pek sıcak bakmamıştı. Bu arada İnegöl Belediye Meclisi hastalıkla mücadele adına Ömer Nuri Efendi’nin önerisini uygun bularak hastanelerin yapımını üstlendi. Lâkin sonradan hastanenin inşâat masraflarını karşılayacak kaynak bulunamadı. Bunun üzerine 31 Mart 1905’te Dâhiliye Nezâreti’nin vilâyete gönderdiği yazıyla inşâ edilecek hastanenin daimî masrafları için başka bir kaynak temin edilmesi gerektiği dile getirildi. Bu arada bir taraftan frengi hastalığına yakalananların tedavi süreçleri devam ederken bir taraftan da hastalananların sayısı artmaktaydı. 30 Aralık 1909’da Hüdâvendigâr vilâyeti tarafından Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen yazıda İnegöl, Lefke, Domaniç, Simav ve Atranos gibi mahallerde frengi hastalığının iyice yaygınlık kazandığının bildirilmesi üzerine gerekli çalışmalar yapıldı; söz konusu bölgelere doktor ve sıhhî heyetler gönderildi. Öte yandan bölgede hızla artan frengi hastalığına çözüm bulabilmek amacıyla Ömer Nuri Efendi’nin önerdiği hastane yapımı düşüncesi halkın yardım ve gayretleriyle hayata geçti. Burada 100 yataklık bir hastane inşâ edildi; ancak hastanenin eksikleri vardı. Ertuğrul sancağı mebusu Mehmed Sadık Bey, 7 Ocak 1911’de verdiği takrirle konuyu meclise taşıdı ve hastane bütçesinin artırılmasını talep etti. Nitekim hastanenin açılıp hizmet verebilmesi için Umur-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umûmiye Nezâreti bütçesinden gerekli tahsisât ayrıldı. Fakat bundan üç yıl sonra Mehmed Sadık Bey’in mecliste yaptığı konuşmadan hastanenin açılamadığı anlaşılmaktadır.
Frengi gibi sancak halkını derinden etkileyen bir başka bulaşıcı hastalık da hijyen şartlarının ideal olmadığı yerlerde baş gösteren koleraydı. 1894 yılında ülke geneline sirayet eden hastalık, Ertuğrul sancağı halkını da sarsmıştı. Ertuğrul sancağında ilk olarak 1894’ün Ağustos ayı başlarında İznik’te ortaya çıkan kolera salgını Yenişehir genelinde yaygınlık kazanmıştı. Salgını önlemek için Erzurum Karantina Müfettişi Dr. Got buraya getirildi ve gerekli tedbirler alınmaya çalışıldı. İznik ve köylerinde yaşanan salgın yaklaşık 70 kişinin hastalığa yakalanmasına neden oldu ve hastaların takriben 50’si hayatını kaybetti. Buna karşılık, 20 Ağustos öncesinde Yenişehir’de başlayan salgın ancak 15-20 kişiyi kıskacına alabilmiş ve bunların da yarısı ölmüştü. İnegöl’de ise 14 Ağustos itibariyle hastalığın etkili olmaya başladığı anlaşıl¬mıştı. Üç hafta süren salgında 100’e yakın olay tespit edilmiş ve hastaların %75’i hayatını kaybetmişti. Domaniç ve köyleri ile Bilecik’te de kolera vukuatı saptanmış lâkin yaşanan salgın endişe verecek boyutlara ulaşmamıştı.
Kolera, Bilecik’te sonraki yıllarda da tesirini sürdürmüştü. 1911’de Bilecik’te baş gösteren salgında günlük 20-25 kişi koleraya yakalanmakta ve günde ortalama 8 kişi hayatını kaybetmekteydi. Gelişmelerden infiale kapılan yöre halkı durumu mahallî hükümete bildirmiş ama gerekli tedbirler alınmamıştı. Bir müddet sonra durumu ciddiye alan merkezî hükümet 4 Eylül 1911’de Dâhiliye Nezâreti aracılığıyla Hüdâvendigâr vilâyetine gönderttiği yazıda, koleranın önlenmesi için yerel yönetimin tedbir almasını ve koleradan ölenlerin şehir dışına defnedilmesini istemişti. Konuyla ilgili olarak, 16 Eylül’de Bilecik’in ileri gelenleri tarafından Sadaret’e bir telgraf çekildi. Telgrafta, koleradan ölenlerin sayısının günlük 15-20 kişiye ulaştığı, Bilecik’te kolera vukuatının çoğalmasının kasaba lağımının suya karışmasından kaynaklandığı ifade ediliyordu. Problemin giderilmesi için suların demir borularla isalesi gerektiği, bu işi yapmak için 1.200 liraya ihtiyaç duyulduğu, ancak 6.000 nüfuslu ahalinin parayı karşılayamadığı, belediyenin de bütçesinin olmadığı vurgulanıyor ve belde insanının hayatının muhafazası için söz konusu paranın merkezden gönderilmesi isteniyordu. Fakat malî bunalım yaşayan merkezî hükümet, bu tür taleplere kulaklarını tıkamaktaydı. Şehir halkının dilekçelerine 20 Eylül 1911’de cevap veren Dâhiliye Nezâreti, bir nevi kendi işinizi kendiniz görün anlamında, halktan para toplayın, yeterli gelmezse merkezî hazineden destek sağlarız diyordu. Zikredilen cevap merkezî hükümetin konuya ilgisizliğini değil aksine tahsisât problemi yaşadığını göstermektedir.
Sonuç itibariyle, Ertuğrul sancağının farklı idarî ünitelerinde mukim olan halk salgın olarak nitelendirilen birçok hastalıkla karşı karşıya kalmış, malî sorunlar merkezî/mahallî hükümeti kimi zaman çaresiz bırakmış, bununla birlikte hastalıkların tedavisi/önlenmesi için imkânlar nispetinde doktor, hastane ve ilaç gereksinimleri tedarik edilmeye çalışılmıştır.
Bu haber toplam 6066 defa okunmuştur
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.