ADALET MÜLKÜN TEMELİ

Cumadan Gönüllere

Adalet,“bireysel ve toplumsal hayatta dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem” olarak tanımlanabilir. Adalet, bireysel ve sosyal anlamda insanlar arasında dirlik ve düzenin sağlanması için eşitlik ve hakkaniyet esaslarına uygun hareket etmeyi gerektirir. Hakkaniyetin temin edilmesi, bütün hukuk düzenlemelerinin, kanun ve nizamların ortaya çıkmasının temel ve nihaî sebebidir. Çünkü insanlar arasında malların, hakların, görevlerin, dengeli ve ölçülü bir şekilde bölüşülmesi; insan şeref, onur ve haysiyetinin korunması, adaletin uygulanması ile gerçekleşir.

Adalet kayıtsız şartsız eşitlik olarak anlaşılmamalıdır. Adalet, her hak sahibine hakkının verilmesidir. Mutlak eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman adaleti sağlamayabilir. Çünkü insanlar fiziksel ve zihinsel özellikleri kültürel birikimleri ve yetenekleri bakımından farklı durumlarda olduklarından katı eşitlikçi tutum adaleti sağlamak yerine, adaletin zıttı olan zulmü doğurabilir. Adaletin eşit uygulanması, hukuk önünde eşitlik ve her bireyin eşit haklara ve imkânlara sahip olması ile ilgilidir.

Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok manidardır: 

“Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza takvadan başka bir üstünlüğü yoktur.”

İslâm inancında bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşit kabul edilir. Bütün insanlar etnik köken, ırk, aile, kabile, sosyal sınıf, renk, din ve dil gibi özelliklerine bakılmaksızın hukuk önünde eşittir. İslâm, insanlar arasında adaletin tesis edilmesini hedeflerken, insanlar arasında ihsan, fedakârlık ve başkasını kendine tercih gibi insanî faziletlerin yaygınlaştırılmasını öğütlemektedir.

Adalet, temel insan hakları ve değerleri açısından insanlar arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın her hakkın sahibine verilmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Peygamber Efendimizin farklı vesilelerle dile getirdiği, “Her hak sahibine hakkını ver.”  öğüdü, bu konuyu açıklığa kavuşturacak temel bir ilkedir.

Buna göre ana ölçülere bağlı kalmak suretiyle her kişiye hak ettiğinin verilmesi, adaletin en güzel şekilde temin edilmesini sağlayacaktır. Kişiye hak ettiği değer ölçüsünde mükâfat veya ceza verilmesi insanî erdemlerin gelişmesi ve yerleşmesi açısından son derece önemlidir.

       Allah’ın Adaleti:

Esmâ-i Hüsnâ'dan “el-Adl” ve “el-Muksit” isimleri mutlak adalet sahibi olan Allah'ın, bütün varlığı adalet ile yarattığını ifade eder. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, sorumluluk verdiği insanların da bu ilke ile hareket etmelerini istemiştir. 

 “Allah göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. (Siz, ey insanlar), sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.”(Rahmân, 55/7-9.) âyetinde kâinatın bir mizan (denge ve ölçü) dâhilinde yaratıldığı, insanlar arası bütün ilişkilerin adaletin de sembolü olan mizan (denge, ölçü) esasına uygun olması gerektiğini belirtmiştir.

Kişinin Kendisine Karşı Adil Olması:

Kişinin başkalarına karşı olduğu gibi bizzat kendisini ilgilendiren meselelerde bile istediği veya kendi düşünceleri doğrultusunda dilediği gibi sınırsız ve ölçüsüz davranma hakkı yoktur. Kişi, kendine karşı da âdil olmalıdır. İnsanın yaptığı ibadetler dahi bu çerçeveye dâhildir. Kişinin, üzerinde bizatihi kendi nefsinin hakkı vardır, Rabbinin hakkı vardır, misafirinin hakkı vardır, ailesinin hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını verme yükümlülüğü vardır.

Aile İçinde Adalet:

Özellikle eşlerin birbirleri üzerindeki haklara riayet etmeleri, haksızlık etmemeleri gerekir. Hz. Peygamber'in bu konuda ne kadar hassas olduğu birçok rivayette dile getirilmiştir. Çünkü adalet bilincinin oluştuğu ilk yer şüphesiz ailedir. Cinsiyet farkı gözetilmeksizin bütün aile bireylerinin maddî ve mânevî gereksinimlerinin Allah'ın belirlediği adalet ölçüleri içinde karşılandığı bir ailede yetişen insanlar, hayatları boyunca âdil davranmaya namzettir.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü, “Allah'tan hakkıyla sakının!” diye başladığı uyarının hemen peşinden, “Çocuklarınız arasında adaletli davranın.”  buyurmuştur. Çünkü Allah korkusu ile adalet komşudur, yan yanadır, birbirinin tamamlayıcısıdır. Yine Hz. Peygamber'in verdiği müjdeye göre bu hassasiyete sahip ana babalara verilecek karşılık ise doğrudan cennet olacaktır.

Adalet duygusunun filizlendiği yer olması açısından aile ocağı ve buradaki tasarruflar Allah Rasûlü'nün özel dikkat gösterdiği hususlar olmuş, O (sav) hakkaniyete uygun olmayan davranışları asla onaylamamıştır.

Nitekim servetinin bir kısmını çocuklarından birine bağışlayan sahâbîye karşı takındığı tavır, bunun güzel bir örneğidir. Nu'mân b. Beşîr'in annesi Amrabint. Revâha, eşinden, çocuğu için bir miktar mal ister. Nu'mân'ın babası ise işin üzerine düşmez ve bir yıl kadar eşini oyalar. Ancak eşi talebinden vazgeçmez. Sonunda babası  Nu'mân'a  bağışta bulunmayı kabul eder. Ancak bu sefer de annesi, yapacağı bu hibeye Allah Rasûlü'nü şahit göstermedikçe ikna olmayacağını ifade eder. Babası, o zaman henüz bir çocuk olan Nu'mân'ın elinden tutarak Efendimize gider ve durumu şöyle arz eder:

“Yâ Rasûlallah bu çocuğun annesi Bint Revâha, ona yaptığım bağışa şahit olmanı istiyor.” Hz. Peygamber hemen sorar: “Başka çocuğun var mı?” “Evet, var.” yanıtını alınca tekrar sorar: “Peki, hepsine aynı miktarda mal verdin mi?” Baba, “Hayır, ey Allah'ın Rasûlü!” diye cevaplar. Rasûlullah bunun üzerine, 

 “O zaman beni şahit tutma. Çünkü ben adaletsizliğe şahit olamam!”  buyurur.

Ayrıca, 

“İyilik yapmaları konusunda çocuklarının sana eşit davranmalarını istemez misin?” diye ekler. Nu'mân'ın babası, “Elbette isterim yâRasûlallah!” diye cevap verir. “O hâlde bu yaptığın olmaz!

Çocuklarınız arasında eşitliği gözetin. Onların sana iyi davranmaları nasıl senin onlar üzerindeki hakkın ise aralarında adaletli davranman da onların senin üzerindeki haklarıdır.”  buyurur Hz. Peygamber.

Bu bilincin hâkim olduğu bir ailede yetişen çocuk, gelecekte hayata atıldığı zaman kendine karşı olduğu gibi diğer bütün insanlara da adalet ile muamelede bulunacaktır. Hangi işi yaparsa yapsın, hangi sorumluluğu üstlenirse üstlensin durum değişmeyecektir. İster en üst düzeyde bir yönetici isterse bir işverenin emri altında çalışan işçi olsun gönlünde her zaman hak ve hakkaniyet duygusu, adalet hissi ve Allah korkusu bulunacaktır.

Yönetimde Adalet:

Adaletin uygulanması ve toplumda yaygınlaşması için yöneticilere görevler düşmektedir. Kur'an'ın ilk muhatabı ve insanlığın rehberi,  “(Herhangi bir konuda) hakemlik yaptığınız zaman âdil olun.”  hadisiyle her hükmün dayanması gereken temel kaidenin adalet ilkesi olduğunu belirtmiştir.

Bundan dolayı Allah Rasûlü yöneticilere âdil olmaları hususunda sık sık tavsiyelerde bulunurdu. Çünkü devletin âdil olması bütün toplumu etkilemekte ve yönetenlerle yönetilenler arasında güvene dayalı bir bağ kurmaktadır.

Hz. Peygamber'in verdiği müjdeye göre, âdil yönetici, duaları reddedilmeyen üç grup insandan biridir. Âdil bir yönetici, haktan, hukuktan yana ortaya koyduğu adaletli yönetimin olumlu sonuçlarını dünyada fazlasıyla görür. Adaletin egemen olduğu bu idarede, huzur, esenlik, dirlik olur. Fakat o, asıl mükâfatını kıyamette elde eder. Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ'nın onu, kendi özel himayesinde tutacağı yedi sınıf insandan ilki olarak zikretmiştir. Zira o, Allah katında en çok sevilen kişidir ve bu sevgi nedeniyle O'nun en yakınında bulunur. Bu büyük günde Allah'ın en çok kızdığı kişiler ise en şiddetli azaba uğrayacak olan zalim idareciler olacaktır.

Yargıda Adalet:

Şüphesiz adaletin en çok arandığı alan yargıdır. Hatta yargı, bizzat bunun için vardır. Bu vasfıyla yargı, toplumun bireyleri arasındaki dengeyi temin eden, oluşabilecek düşmanlıkları engelleyen, hak ve adaletin şahsî ve keyfî hesaplara göre taksimine engel olan temel müessesedir. Buna binaen Allah Teâlâ, kendi Sevgili Elçisi'ni bile uyarır ve ona, 

 “... Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Zira Allah âdil olanları sever.” (Mâide, 5/42.) buyurur.

Şüphesiz bu husus diğer insanlar için de geçerlidir: Nitekim, 

 “Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaleti yerine getirmenizi emretmektedir.” (Nisâ, 4/58.)

Yaşanan şu örnek Allah Rasûlü'nün adalet anlayışını en güzel şekilde yansıtmaktadır. Arapların en saygın kabilelerinden olan Kureyş'in Mahzumoğulları koluna mensup Fâtıma bnt. el-Esved isimli bir kadın vardı. Bu saygınlığın arkasına gizlenip yasal olmayan şeyler yapıyordu. Tanınmış insanların adını kullanarak, toplumun zenginlerinden borç istiyordu. Ancak Fâtıma zamanı gelmesine rağmen borcunu ödemiyordu. Bunun üzerine alacaklılar, Fâtıma'nın borç isterken adını kullandığı kişilere gidip alacaklarını istediler. Oysa bu insanların hiçbir şeyden haberi yoktu. Olayın biraz üzerine gidince Fâtıma'nın yalan söylediği, aslında her şeyi kendisi için yaptığı anlaşıldı. Ancak o, her şeyi inkâr etmekteydi. Alacaklılar için başka çare kalmamıştı. Onu Hz. Peygamber'e şikâyet ettiler. Allah Rasûlü olayı hırsızlık olarak değerlendirdi ve kadının cezalandırılmasını emretti. Fâtıma'nın mensubu olduğu Mahzûmoğulları, kendi isimlerini taşıyan birinin cezalandırılmasını istemediler. Kabilenin önemli isimleri hemen bir araya gelip Fâtıma'yı cezadan kurtaracak bir yol aradılar. Allah Rasûlü'nün çok sevdiği azatlısı Üsâme'yi ikna edip Hz. Peygamber'e aracı olarak gönderdiler. En sevdiği insanların birinden gelen bu beklenmedik talep karşısında Allah Rasûlü oldukça kesin ve keskin konuşmuş ve “Bizzat Allah tarafından tespit edilmiş bir cezanın affını mı istiyorsun!” diyerek Mâide 5/38. âyetine atıfta bulunmuştur.

Daha sonra insanları toplamış ve şu açıklamayı yapmıştır: 

 “Sizden önceki insanlar şu yüzden helâk oldular: Onların ileri gelenlerinden biri hırsızlık yaptığında onu bırakırlar, güçsüz ve zayıf biri çaldığında ise onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin olsun ki eğer Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun elini de keserdim.”

Allah Rasûlü, bu sözleriyle ne şahsî bakış açılarının, ne akrabalık bağlarının, ne soy-sop veya tabaka farklılıklarının, ne ırk veya kabile ilişkilerinin adalete engel olamayacağını vurgulamıştır.

Allah Rasûlü hayatı boyunca adaletin yerleşmesi için uğraşmış ve bunu da temin etmiştir. Hicretten önce Medine'den Mekke'ye gelip Allah Rasûlü'ne biat eden sahâbîlerden olan Ubâde b. Sâmit'in, Allah Rasûlü'ne nerede olurlarsa olsunlar adaleti dile getirmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak üzere biat ettiklerini söylemesi, Kutlu Elçi'nin adaleti tesis etmek için harcadığı çabayı göstermektir.

Adaletin tesisi bir anlamda hâkimin objektif tutumuna ve hakkaniyet kıstaslarına göre davranmasına bağlıdır. Bu sebeple hâkim, yargılama esnasında şahsî davranamaz. Meselâ öfkeli iken davaya bakmaz, taraflar arasında hüküm vermez. Taraflar hakkında ön yargısı yoktur. Onlardan birine karşı duyduğu kin, onu adaletten alıkoymaz. O, insaf sahibi olduğu kadar tarafsızdır da. Bu nedenle davacılar huzuruna geldiğinde onları aynı dikkatle dinler. Mesele hakkında bir kanaati oluşuncaya kadar soruşturmasına devam eder. Varsa şahitlere müracaat eder. Zira büyük hesap gününde Allah Teâlâ da, verdiği hükümler karşısında kullarının herhangi bir şüphesi kalmasın diye ilâhî mesajları kendilerine ileten peygamberleri ve diğer şahitleri yüce huzuruna çağırır.

Şahitlere emredilen de yine haktan yana olmaları ve adaletten ayrılmamalarıdır. Önemine binaen Yüce Allah, adalete uygun bir hâkimlik ve şahitliği doğrudan iman ile ilişkilendirir, “Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun!” uyarısına, “Ey iman edenler!” hitabıyla başlar. Diğer bir önemli nokta ise adaleti temin için uğraşmanın sadece eşe dosta karşı değil, düşmanlara karşı da uygulanması gerektiğidir.

İşte bu hususları dikkate alan bir hâkim, Allah Rasûlü'nün beyanına göre, cennetliktir. Böyle bir sorumluluğa talip olan kişi, bunun gereğini düşünmeli ve ona göre davranmalıdır.

Adalet sadece mahkemede görülen bir husus değildir. Hayatın her alanında adalet söz konusudur. Devlet yetkilisi halkına, âmir memuruna, baba çocuklarına, öğretmen öğrencisine, satıcı müşterisine, işçi işverenine, ev sahibi kiracısına, kısacası herkes muhatabına karşı âdil olmalıdır. Zira bunlardan her biri toplumun bir kesimine karşı “adaleti gözetmesi gereken” kişi konumundayken, bir başkası karşısında “adalet arayan” durumundadır.

Adaletin hak ve eşitlik esasları üzerinde bina edilmesi toplumun ve bireylerin tümünü memnun edecektir. Adalet ile karar verildiğini bilen insanlar, işlerinin görülmesi için aracılara başvurmayarak gönül huzuru ile işlerine devam edeceklerdir.

Adalet aynı zamanda insanların rahat ve güvenlik içinde yaşamalarını da temin eder. İnsanların canına, malına, ırzına kastedenler, adalet ile yargılanıp hak ettikleri cezayı aldıklarında suç işlemeye meyilli olanlar, durumun farkında oldukları için bu eylemleri yapmaktan kaçınır. Ayrıca adaletin varlığı insanların kişisel olarak intikam alma, husumet besleme, kan davası peşinde koşmalarının önüne geçerek husumetlerin büyümesine engel olur.

Özet olarak, adalet kişinin kendine, Allah'a ve toplumun diğer bireylerine karşı her zaman ve her şart altında gözetmek durumunda olduğu; denge, hak, eşitlik, orta yol, itidal gibi değerleri bir araya getiren yüce bir erdemdir. Adalet, mülkün temelidir.

                                               KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90)

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Devlet otoritesi en büyük hamidir. Haksızlıklarla onun vasıtasıyla mücadele edilir ve onun vasıtasıyla (tehlikelerden) korunulur. Şayet devlet otoritesi, Allah'tan sakınmayı emreder ve adaletle hükmederse bu yaptıklarından sevap kazanır. Bunun aksine davranırsa vebalini çeker.” (Müslim,İmare,43)

GÜNÜN DUASI:

"Bizleri hakka, hakikate, adalete, ahlak ve fazilete çağıranlardan, hakkı anlatanlardan, hakikati duyuranlardan, adaleti yüceltenlerden, sevgiyi yayanlardan eyle Allah’ım”

ASR-I SAADET'TEN

Mekke yeni fethedilmişti. Allah Resûlü ve Müslümanlar sevinçliydi. Ancak öteden beri Müslümanları rahatsız eden Hevâzinlilerin o sıralarda savaş hazırlıkları yaptıkları haberleri geldi. Allah Resûlü durumun doğru olduğu haberini alınca savaş kaçınılmaz oldu ve ordusuyla hemen harekete geçti. Tarihte Huneyn veya Hevâzin olarak anılan bu savaşta Müslümanlar, işin başında bozguna uğrayıp geri çekilmek zorunda kaldılarsa da Allah Resûlü ve sadık sahâbîlerin teşvikiyle güçlerini yeniden toparlayıp tekrar savaşmaya başladılar ve düşmanlarını mağlup ettiler.

Hevâzinliler savaş meydanına yüklü malları ve çoluk çocuklarıyla gelmişlerdi. Bozguna uğrayıp dağılınca bütün malları Müslümanlara kalmıştı. Allah Resûlü ordusunu Mekke'nin 15 km kuzey istikametinde yer alan Ci'râne mevkiinde topladı. Savaştan elde ettikleri ganimetleri Müslümanlara paylaştırmaya başladı. Çok geçmeden, Benî Temîm kabilesine mensup Zülhuveysıra adlı bir bedevi geldi ve “Yâ Resûlallah! Adaletli ol!” dedi. Hz. Peygamber, "Yazıklar olsun sana! Ben de adaletli olmazsam kim adaletli olabilir? Eğer adaletli olmazsam, sen hüsrana uğrarsın, bütün umutların boşa çıkar." (Müslim, Zekât, 148) diyerek bu kişiye sitemde bulundu.

Peygamber Efendimiz bu savaşta, henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Süfyân b. Harb, Safvân b. Ümeyye, Uyeyne b. Hisn ve diğer Mekkeli liderlere ganimetten biraz fazla hisse vermiş, böylelikle onların kalplerini İslâm'a ısındırmayı amaçlamıştı. Zülhuveysıra, Allah Resûlü'nün bu uygulamasına itiraz etmişti. Onun beklentisine göre adalet, savaşa katılan her nefere eşit şekilde hisse verilmesiyle gerçekleşebilecekti. Uygulama bu şekilde olmayınca da duruma itiraz etmişti. Allah Resûlü de aslında ganimeti eşit şekilde paylaştırırdı. Ancak burada farklı bir durum vardı. Henüz güçlenmeye başlayan İslâm dininin önde gelen düşmanları Mekke'nin fethi sırasında yeni Müslüman olmuşlar ve on yedi gün sonra da Allah Resûlü ile beraber Huneyn Savaşı'na katılmışlardı.

Peygamber Efendimiz İslâm'ı benimsemeleri ve dinde sebat göstermeleri için onlara fazla pay vermiş ve böylece gönüllerini kazanmıştı. Burada yadırganacak bir durum söz konusu değildi. Nitekim Allah Teâlâ zekât verilebilecek kişiler arasında kalpleri İslâm'a ısındırılacak olan bu tür kişileri de saymaktaydı. (Tevbe. 9/60)

HİSSEMİZE DÜŞENLER

→ İnsan, bireysel ve toplumsal hayatta her daim adaletli davranmak ve adaletin sağlanması için gayret etmekle mükelleftir.

→ İnsanlar arasındaki hukuk ihlallerine ve haksızlıklara karşı, yine hukuk içerisinde mücadele edilmesi gerekir.

→ Yöneticiler, idareleri altında bulunan insanlar arasında tarafsız ve adil davranırlarsa mükâfat elde ederler. Aksi takdirde büyük bir vebal altına girmiş olurlar.

→ Mutlak ve katı eşitlikçi tutum her zaman adaleti tesis etmez. bazen zulme de neden olabilir. Bu nedenle adaletin sağlanması için insanların içerisinde bulundukları durumu, fiziksel ve zihinsel özelliklerini, birikimlerini ve yeteneklerini gözetmek hakkaniyet ilkesine daha uygundur.

→ Adaletin eşit uygulanması, hukuk önünde eşitlik ve her bireyin eşit haklara ve imkânlara sahip olması ile ilgilidir.

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU   :   Kul hakkı yemenin hükmü nedir? Kul hakkı nasıl ödenir?

CEVAP :    Hz. Peygamber (s.a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda hesap gününde haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verileceğini, eğer verilecek salih amel bulunamazsa o zaman da mazlumun günahlarının zâlime yükleneceğini belirtir (Buhârî, Mezâlim, 10). Yine Peygamberimiz (s.a.s.), imkânı olduğu halde zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin kul hakkını ihlal ettiğini şöyle ifade eder: “Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür.” (Buhârî, Havâle, 1)


Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin Cennet ya da Cehennem’e gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebâli vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilâhî adalet, bunu gerektirir. Veda hutbesinde Resûlullah (s.a.s.), “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır).” (Buhârî, Hacc, 132) buyurmuştur.


Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.
Mal ya da darp gibi şeylerle ilgili olmayan gıybet, bühtan gibi hak ihlallerinde en doğrusu, hak sahibine durumu anlatıp helalleşmek olmakla beraber, her zaman bu şartı yerine getirmek mümkün olmadığından ya da insanlar bundan çekindiklerinden, kendi adına tövbe edip, hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek ya da hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine keffaret olur.

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

                                              Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.