ADALET MÜLKÜN TEMELİ

AİLE KÖŞESİ

Allah Resûlü"nün en önemli özelliklerinden biri âdil olmasıydı. O, câhiliye toplumunda yaygın olan haksızlık ve zulmün, tahakkümün, dengesizliğin bulunduğuna şahit olduğundan, bütün bunları düzeltmek maksadıyla insanlar tarafından kabul edilebilecek, adalete dayalı bir sosyal düzen kurmak üzere ilâhî bir görev üstlenmişti. Nitekim bütün hayatı da adaletin tesisi için mücadeleyle geçmiştir.

Adalet, “bireysel ve toplumsal hayatta dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâkî erdem” olarak tanımlanabilir. Adalet, bireysel ve sosyal anlamda insanlar arasında dirlik ve düzenin sağlanması için eşitlik ve hakkaniyet esaslarına uygun hareket etmeyi gerektirir. Hakkaniyetin temin edilmesi, bütün hukuk düzenlemelerinin, kanun ve nizamların ortaya çıkmasının temel ve nihaî sebebidir. Çünkü insanlar arasında malların, hakların, görevlerin, dengeli ve ölçülü bir şekilde bölüşülmesi; insan şeref, onur ve haysiyetinin korunması, adaletin uygulanması ile gerçekleşir.

Adalet kayıtsız şartsız eşitlik olarak anlaşılmamalıdır. Adalet, her hak sahibine hakkının verilmesidir. Mutlak eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman adaleti sağlamayabilir. Çünkü insanlar fiziksel ve zihinsel özellikleri kültürel birikimleri ve yetenekleri bakımından farklı durumlarda olduklarından katı eşitlikçi tutum adaleti sağlamak yerine, adaletin zıttı olan zulmü doğurabilir. Adaletin eşit uygulanması, hukuk önünde eşitlik ve her bireyin eşit haklara ve imkânlara sahip olması ile ilgilidir. Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok manidardır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap"ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap"a, beyaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza bir üstünlüğü yoktur.” (İbn Hanbel, V, 411) İslâm inancında bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşit kabul edilir. Bütün insanlar etnik köken, ırk, aile, kabile, sosyal sınıf, renk, din ve dil gibi özelliklerine bakılmaksızın hukuk önünde eşittir. İslâm, insanlar arasında adaletin tesis edilmesini hedeflerken, insanlar arasında ihsan, fedakârlık ve başkasını kendine tercih gibi insanî faziletlerin yaygınlaştırılmasını öğütlemektedir.

Adalet, temel insan hakları ve değerleri açısından insanlar arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın her hakkın sahibine verilmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Peygamber Efendimizin farklı vesilelerle dile getirdiği, “Her hak sahibine hakkını ver.” (Buhârî,Savm,51) öğüdü, bu konuyu açıklığa kavuşturacak temel bir ilkedir. Buna göre ana ölçülere bağlı kalmak suretiyle her kişiye hak ettiğinin verilmesi, adaletin en güzel şekilde temin edilmesini sağlayacaktır. Kişiye hak ettiği değer ölçüsünde mükâfat veya ceza verilmesi insanî erdemlerin gelişmesi ve yerleşmesi açısından son derece önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber"den sonra iş başına geçen ilk iki halifenin Müslümanlara yıllık olarak dağıttıkları meblağı belirlemedeki farklı bakışı bunun tipik bir örneğidir. Bu konuda Hz. Ebû Bekir Peygamber Efendimizin eşit dağıtım ilkesini esas alarak herkese eşit hisse vermiştir. Ancak adaletiyle ün salmış olan Hz. Ömer kendi döneminde hizmet-liyakat prensiplerinden hareketle herkese farklı oranda hisse dağıtmayı tercih etmiştir.

Esmâ-i Hüsnâ"dan “el-Adl” ve “el-Muksit” isimleri mutlak adalet sahibi olan Allah"ın, bütün varlığı adalet ile yarattığını ifade eder. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, sorumluluk verdiği insanların da bu ilke ile hareket etmelerini istemiştir. “Allah göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. (Siz, ey insanlar), sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.” (Rahmân,55/7-9) âyetinde kâinatın bir mizan (denge ve ölçü) dâhilinde yaratıldığı, insanlar arası bütün ilişkilerin adaletin de sembolü olan mizan (denge, ölçü) esasına uygun olması gerektiğini belirtmiştir. İnsanın maddî ve mânevî bakımdan bir mizan içinde yaratıldığı da, “O değil mi seni yaratan, seni düzgün ve dengeli kılan.” âyetiyle vurgulanmıştır. İnsanı ve insan için yaratılan kâinatı yerli yerinde, belirli düzen, intizam ve neticede bir mizan ile yaratan, “Allah adaleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl,16/90) âyetiyle de insanların idarede, yargıda ve bütün insanî ilişkilerinde adalet ölçülerine göre hareket etmelerini istemiştir.

Şu veya bu hakkı çiğneyerek zalim vasfı kazanan bir insan, âhiret günü bu zulmünün karşılığı olan azapla karşılaştığında, sahip olduğu her şeyi hatta yeryüzünde bulunan bütün zenginlikleri bu azaptan kurtulmak için vermek isteyecektir. Ancak yüce mahkemenin tavrı bellidir: “Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. Yine bilesiniz ki, Allah"ın vaadi haktır, fakat onların çoğu bilmez.” (Yûnus,10/54-55)

Allah"ın verdiği söz, hassas bir denge ve adalettir: “Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanır, kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara asla zulmedilmez.”(Zümer39/69), “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş), bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiya,21/47)

Kişinin başkalarına karşı olduğu gibi bizzat kendisini ilgilendiren meselelerde bile istediği veya kendi düşünceleri doğrultusunda dilediği gibi sınırsız ve ölçüsüz davranma hakkı yoktur. Kişi, kendine karşı da âdil olmalıdır. İnsanın yaptığı ibadetler dahi bu çerçeveye dâhildir. Kişinin, üzerinde bizatihi kendi nefsinin hakkı vardır, Rabbinin hakkı vardır, misafirinin hakkı vardır, ailesinin hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını verme yükümlülüğü vardır.

Özellikle eşlerin birbirleri üzerindeki haklara riayet etmeleri, haksızlık etmemeleri gerekir. Hz. Peygamber"in bu konuda ne kadar hassas olduğu birçok rivayette dile getirilmiştir.Çünkü adalet bilincinin oluştuğu ilk yer şüphesiz ailedir. Cinsiyet farkı gözetilmeksizin bütün aile bireylerinin maddî ve mânevî gereksinimlerinin Allah"ın belirlediği adalet ölçüleri içinde karşılandığı bir ailede yetişen insanlar, hayatları boyunca âdil davranmaya namzettir. Bunun içindir ki Allah Resûlü, “Allah"tan hakkıyla sakının!” diye başladığı uyarının hemen peşinden, “Çocuklarınız arasında adaletli davranın.” 24 buyurmuştur. Çünkü Allah korkusu ile adalet komşudur, yan yanadır, birbirinin tamamlayıcısıdır. Yine Hz. Peygamber"in verdiği müjdeye göre bu hassasiyete sahip ana babalara verilecek karşılık ise doğrudan cennet olacaktır.

Adalet duygusunun filizlendiği yer olması açısından aile ocağı ve buradaki tasarruflar Allah Resûlü"nün özel dikkat gösterdiği hususlar olmuş, o (sav) hakkaniyete uygun olmayan davranışları asla onaylamamıştır. Nitekim servetinin bir kısmını çocuklarından birine bağışlayan sahâbîye karşı takındığı tavır, bunun güzel bir örneğidir. Nu"mân b. Beşîr"in annesi Amra bint. Revâha, eşinden, çocuğu için bir miktar mal ister. Nu"mân"ın babası ise işin üzerine düşmez ve bir yıl kadar eşini oyalar. Ancak eşi talebinden vazgeçmez. Sonunda babası Nu"mân"a bağışta bulunmayı kabul eder. Ancak bu sefer de annesi, yapacağı bu hibeye Allah Resûlü"nü şahit göstermedikçe ikna olmayacağını ifade eder. Babası, o zaman henüz bir çocuk olan Nu"mân"ın elinden tutarak Efendimize gider ve durumu şöyle arz eder: “Yâ Resûlallah bu çocuğun annesi Bint Revâha, ona yaptığım bağışa şahit olmanı istiyor.” Hz. Peygamber hemen sorar: “Başka çocuğun var mı?” “Evet, var.” yanıtını alınca tekrar sorar: “Peki, hepsine aynı miktarda mal verdin mi?” Baba, “Hayır, ey Allah"ın Resûlü!” diye cevaplar. Resûlullah bunun üzerine, “O zaman beni şahit tutma. Çünkü ben adaletsizliğe şahit olamam!” (Müslim, Hîbe,14) buyurur. Ayrıca, “İyilik yapmaları konusunda çocuklarının sana eşit davranmalarını istemez misin?” diye ekler. Nu"mân"ın babası, “Elbette isterim yâ Resûlallah!” diye cevap verir. “O hâlde bu yaptığın olmaz! (Müslim,Hibe,17) Çocuklarınız arasında eşitliği gözetin.(Müslim,Hibe,18) Onların sana iyi davranmaları nasıl senin onlar üzerindeki hakkın ise aralarında adaletli davranman da onların senin üzerindeki haklarıdır.” buyurur Hz. Peygamber.(Ebû Dâvûd,Büyû’,83) Bu bilincin hâkim olduğu bir ailede yetişen çocuk, gelecekte hayata atıldığı zaman kendine karşı olduğu gibi diğer bütün insanlara da adalet ile muamelede bulunacaktır. Hangi işi yaparsa yapsın, hangi sorumluluğu üstlenirse üstlensin durum değişmeyecektir. İster en üst düzeyde bir yönetici isterse bir işverenin emri altında çalışan işçi olsun gönlünde her zaman hak ve hakkaniyet duygusu, adalet hissi ve Allah korkusu bulunacaktır.

Adalet sadece mahkemede görülen bir husus değildir. Hayatın her alanında adalet söz konusudur. Devlet yetkilisi halkına, âmir memuruna, baba çocuklarına, öğretmen öğrencisine, satıcı müşterisine, işçi işverenine, ev sahibi kiracısına, kısacası herkes muhatabına karşı âdil olmalıdır. Zira bunlardan her biri toplumun bir kesimine karşı “adaleti gözetmesi gereken” kişi konumundayken, bir başkası karşısında “adalet arayan” durumundadır.

Adaletin hak ve eşitlik esasları üzerinde bina edilmesi toplumun ve bireylerin tümünü memnun edecektir. Adalet ile karar verildiğini bilen insanlar, işlerinin görülmesi için aracılara başvurmayarak gönül huzuru ile işlerine devam edeceklerdir.

Yüksek ahlâkî bir erdem olarak adalet, birey ve toplumsal bağlamda güven, uyum ve dengeyi temin eder. Adaleti kabul eden, özümseyen ve uygulayan kimseler onurlu ve erdemli insanlardır. Aynı durum adaletle yönetilen insanların toplumsal uygulamalarına da yansır. Bunun aksine fert ve toplum olarak adalete ilişkin hususlarda görevini yerine getirmeyenler, adaleti uygulamayanlar ise eksiktir. Kur’an’da, adaleti emretmeyen ve doğru yoldan sapan kimse, “dilsiz, yetersiz ve görevini yerine getirmekten âciz” (Nahl,16/76) bir şahsa benzetilmiştir.

Adalet aynı zamanda insanların rahat ve güvenlik içinde yaşamalarını da temin eder. İnsanların canına, malına, ırzına kastedenler, adalet ile yargılanıp hak ettikleri cezayı aldıklarında suç işlemeye meyilli olanlar, durumun farkında oldukları için bu eylemleri yapmaktan kaçınır. Ayrıca adaletin varlığı insanların kişisel olarak intikam alma, husumet besleme, kan davası peşinde koşmalarının önüne geçerek husumetlerin büyümesine engel olur.

Özet olarak, adalet kişinin kendine, Allah"a ve toplumun diğer bireylerine karşı her zaman ve her şart altında gözetmek durumunda olduğu; denge, hak, eşitlik, orta yol, itidal gibi değerleri bir araya getiren yüce bir erdemdir. Adalet, mülkün temelidir.

FETVALAR BÖLÜMÜ

1- Çocukları olan bir kişi, malını torunlarına vasiyet edebilir mi?

Bir kimsenin çocukları varsa torunları ona mirasçı olamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 450-451). Kişi, malının üçte bire kadar olan miktarını mirasçısı olmayan herkese vasiyet edebilir (Buhârî, Vasâyâ 3). Bu bağlamda kişinin kendisine varis olma ihtimali bulunmayan torunlarına vasiyette bulunmasına engel bir durum yoktur. Hatta bu torunların dedeyle bağlantısı olan anne veya babası daha önce ölmüşse, dedenin onlara vasiyette bulunması bazı âlimlere göre vacip bazılarına göre müstehabtır (Bkz. İbn Hazm, Muhalla, IX, 314-315; İbn Kudâme, Muğnî, VIII, 391-392). Günümüzde bu durumdaki vasiyetin vacip olduğu görüşü daha çok benimsenmektedir (Ebû Zehra, Şerhu Kânûni’l-Vasiyye, s. 198-200).

2- Borçlu olarak ölen kimsenin borcu nasıl ödenir?

Borçlar, Allah’a karşı borçlar, kullara karşı borçlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir kimse, üzerinde mesela oruç borcu olduğu hâlde vefat etmek üzere olup bu oruçlarını kaza etmekten aciz kalmış ise, bu Allah’a karşı bir borçtur. Oruç borcunun fidye verilerek ödenmesi için velisine vasiyet etmelidir (Merğinânî, el-Hidâye, II, 270). Zekât, keffâret gibi borçları için de vasiyet ederse varisleri bunu terekenin üçte birinden yerine getirmek zorundadırlar. Vasiyet etmemesi hâlinde ise varisler dilerlerse onun borcunu ödeyebilirler (Zeylaî, Tebyîn, VI, 230).

Kullara ait olan borçlara gelince, Hz. Peygamber (s.a.s.) borçların ödenmesinin önemini hadislerinde ifade etmiştir (Nesâî, Buyû’, 98). Hz. Peygam- ber (s.a.s.) kişinin ödeyecek mal bırakmadan, borçlu olduğu hâlde Allah’ın karşısına çıkmasını günah olarak nitelemiş (Ebû Dâvûd, Büyu’, 9); ölen kişi- nin ruhunun, zimmetindeki borç ödeninceye kadar borçluluğundan dolayı bağlı kalacağını bildirmiş (İbn Mâce, Sadakât, 12); ölünün borçlarının ödenmesini sağlamak için borcu varsa ödenmeden cenaze namazını kıldırmamıştır (Müslim, Ferâiz, 14; Nesâî, Cenâiz, 67). Zira dinimizde insanların kul haklarına saygılı olması emredilmiş; kul hakkı ihlalinin, hakkı ihlal edilen affetmedikçe, kimse tarafından affedilemeyeceği belirtilmiştir. Veda Hutbesi’nde Resûlullah (s.a.s.), “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır).” (Buharî, Hac, 132) buyurmuştur. Bu yüzden ölen kişinin borçları varsa, techiz ve tekfinden sonra kalan malının tamamından borçları ödenir. Kur’an’da borçların varislerin payına olan önceliği “Bu (paylaştırma ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır.” (Nisa, 4/11) ayetiyle belirtilmiştir (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 427-428). Tereke borçların tamamını ödemeye yetmiyorsa, bu terekenin tamamı borçlar oranında alacaklılara bölüştürülür.

Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: Ümmühan BAYRAKÇI - Bilecik Müftülüğü İl Vaizi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.