AHLAKLI BİREYİN OLUŞMASINDA KUR’AN’IN ROLÜ

AİLE KÖŞESİ

Allah dünyayı insanların yaşayabilecekleri bir şekilde yarattı. Evrende bir toz zerreciği mesabesinde dahi olmayan insan, yeryüzüne halife tayin edildi. Halife kelimesi de epistemolojik olarak bu durumu ifade eden bir kavramdır. Ancak insan evrende çok küçük bir yeri kaplasa da onun sahip olduğu akıl, idrak, hayal gücü, duyguları ve arzuları, evreni aşacak ve evrene hükmedebilecek bir yapıdadır. İnsana dünyanın imarını ve ıslahını gerçekleştirme; dünyayı adalet, hakkaniyet ve emniyet çerçevesinde idare etme görevinin tevdi edilmesinin arka planında onun sahip olduğu söz konusu özellikler bulunmaktadır.

İnsan, fıtratı gereği hem rahmani hem de şeytani duygulara sahiptir. İnsanın iç dünyasında bu duygular arasında sürekli bir çekişme söz konusudur. Bazen hayra teşvik eden duygular galip gelirken bazen de fesada, zulme ve insanı mutsuz eden düşünce ve davranışlara sevk eden duygular etkin olmaktadır. Ancak insanın akıl ve idrak melekesi işlevsel olduğunda onun rahmani duyguları galip gelme ihtimali yüksektir. İnsan, fıtri olarak bu potansiyele sahiptir. Fakat insan, taklit, cehalet ve çevresel faktörlerden dolayı akıl ve idrak işlevselliğini kaybedebilir. Bu durumda insanı, hayra, hakikate ve fıtri değerlere teşvik eden duyguların yerine, şeytani ve nefsani arzular ön plana çıkabilmektedir. Bunun bir sonucu olarak insan tayin edildiği hilafet makamına uygun olmayan fesadı, adaletsizliği, zulmü gerçekleştirebilir. Bu da insanın akli melekesinin işlevsel olmasının önemini ortaya koymaktadır. Bundan dolayı insanın akıl ve iradesinin aktifliğine rehberlik eden bir öncüye ihtiyaç olmuştur.

Kur’an’ın temel amacı da insanın aklını ve duygularını kullanmada ve insanın atandığı halifelik makamının hakkını vermede kendisine rehberlik etmektir. Bu anlamda Kur’an ve sünnet, insanı düşünce ve değerler hususunda terbiye etmeyi amaçlayan ilahi bir eğitim programıdır. Şöyle ki bu programın sahibi olan Allah, insanın da dâhil olduğu bir bütün olarak varlığın asıl terbiyecisi ve ilk muallimidir. Kur’an’da bu durum, “Rabbü’l-âlemin” ifadesiyle belirtilmektedir. Rab kelimesi, yaratmak ve idare etmek anlamları yanında, terbiye etmek ve eğitmek manalarını da içermektedir. Bu anlamda insan istisna tutulursa bütün varlık ilahi terbiyeye teslim olmuştur.

Tevhit, tezkiye, ümran ve ubudiyet, ilahi eğitim programının ana eksenini oluşturmaktadır. Tevhit, bütün varlığın sahibinin Allah olduğu esasına dayanmaktadır. Müslüman, bu çerçevede varlığı anlamaya çalışır. Tezkiye, insanın saygınlığına yakışmayan davranışlardan uzak durup ahlaki değerlere sahip olmasıdır. Ümran, adalet, hakkaniyet ve merhametle dünyayı imar etmektir. Ubudiyet ise Allah’a kul olmaktır. Yani Allah’a teslim olmak ve Allah’a karşı derin bir saygı duymaktır. Diğer bir ifadeyle ubudiyet, insanın, Allah’ın güzel isimleri (esma-i hüsna) çerçevesinde zihninin ve kalbinin özgürleşmesi, iradesinin ve aklının başkasına teslim edilmemesidir. Bu anlamda Kur’an ve sünnette yer alan zikir, tesbih, namaz, ahlaki ve insani değerler; bir bütün olarak emir ve nehiyler vahyin söz konusu temel amaçlarını gerçekleştirmeye yöneliktir. Diğer bir ifadeyle ubudiyet, Allah’a kul olmakla aktif bir birey olmaktır. Çünkü Allah’a kul (abd) olmak insanı pasifize eden değil, bilakis insana şahsiyet kazandırarak onu aktif bir birey hâline getiren eylemdir. Dolayısıyla insanın aklını işlevsiz kılan ve şahsiyet desenlerini yok eden bir ubudiyet anlayışı, peygamberlerin insanlara ilettiği ve öğrettiği ubudiyet anlayışına uymaz.

Kur’an’ın akla gelen ilk özelliği hanifliktir. Haniflik, mahiyeti itibarıyla tevhit, hak, adalet, insani ve ahlaki değerlere ulaşmak için sürekli bir gayret içinde olmaktır. Bu anlamda hakikate ulaşmak için sürekli okumak, araştırmak, sorgulamak ve sentez yapmak hanifliğin özelliklerinden bazılarıdır. İlk nazil olan ayette okumanın emredilmesi fakat okuma çeşidinin belirtilmemesiyle muhatapların tenzili ve tekvini ayetleri okumada bir ayrım yapmamaları ve sürekli söz konusu ayetleri birlikte okuyarak zihin ve gönül dünyalarını zinde tutmalarının amaçlandığı söylenebilir.

Kur’an’ın ilk uygulayıcısı Hz. Peygamber, önce vahyin içerdiği değerlerinin gereğini yapmıştır. Kendisinden zelle mesabesinde hatalar peyda olunca uyarılmak suretiyle düzeltilmiştir. Kur’an’da bu yönde hitap içeren ayetler ile “Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.”(Suyuti, Cami’us-Sağir, 1,12.) hadisi de buna işaret etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, ilahi programın model şahsiyeti olarak insanlara takdim edilmiştir. Hz. Peygamber’in yaşam tarzını soranlara Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an’dı.” şeklinde cevap vermesi de buna işaret etmektedir. Zira ilahi olsun beşerî olsun topluma sunulan herhangi bir düşünce veya değerin karşılık bulması, söz konusu programı yaşayan model şahsiyetlerin varlığına bağlıdır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz de sahabeden model şahsiyetler inşa ederek insanlara vahyin değerlerini ulaştırmaya çalıştı. Kendisinden sonra sahabe de Hz. Peygamber’den aldıkları eğitimle dünya okyanusunda boğulmak üzere olan insanlığa, vahyin kopmayan ipini uzatarak insanların imdadına yetişti. Böylelikle sahabenin gayreti ve örnek şahsiyetiyle, vahyin değerleriyle insanlık yeniden hayat buldu ve âdeta yeniden dirilmiş (el-ba’su bade’l-mevt) oldu. Hakikat ve haklı olmanın ölçüsünün güç değil adalet ve ihsan olduğu insanlara fiilî olarak gösterilmiş oldu.

Hz. Peygamber ve sahabeden sonra Kur’an’ın anlaşılması ve hayat ile irtibatının kurulması âlimlerin uhdesinde kaldı. Dinî yaşayış, âlimlerin bilgi düzeyleri, hayata bakışları, Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği değerleri yaşamalarına göre şekillendi. Bu da doğru bir İslami tasavvurun oluşması için âlimlerin bilgi düzeyleri ve davranış biçimlerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu sebeple âlimler ve ilim talebeleri sürekli kendi bilgilerini güncellemeli, düşünce ve eylemlerinde hakikat arayışında olmaları gerekmektedir. Âlimlerin kendi zihin ve kalp dünyalarını doğru bir şekilde inşa etmeleri gerekmektedir. İdrak ve bilincini Kur’an ve sünnetin öncülüğünde oluşturmaları önem arz etmektedir. Bu da ancak Kur’an, sünnet ve onların etrafında oluşmuş ilmî birikimle ciddi bir ilmî yapı ile doğru iletişim kurmakla mümkün olacaktır. Kur’an ve sünnet etrafında oluşmuş ilmî birikim, Kur’an ve sünnetin anlaşılması için hayati önem taşımaktadır ve asla göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde İslam’ın ana damarı olan Kur’an ve sünnetten uzaklaşmak her zaman muhtemeldir. Sonuç itibarıyla İslami ve insani değerlerin, doğru bir şekilde topluma iletilmesi için öncelikle zihin ve kalpleri Kur’an ve sünnetin varlık tasavvuru, ahlaki ve insani değerleriyle şekillenmiş, düşünce olarak günümüzde yaşayan ve çağımızın farkında olan erdemli bireylerin inşasıyla mümkün olabilir.

Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

MUHAMMEDÜ’L-EMİN ve EMANET

Anadolu toprakları İslam’la tanıştıktan sonra buralardaki Müslümanların günlük yaşayışları, hayata bakışları, örf ve âdetleri de İslami kültürle yani Kur’an ve sünnetin telkinleriyle yoğrulmuş, Kur’an ve sünnet, hayatlarının bir parçası olmuştur. Günümüze gelindiğinde, bazen örf ve âdetlerimizde bazen atasözlerimizde ve bazen de şiirlerimizde bu izlere rastlarız. İlk bakışta bunların dinî kaynaklarımızla bağlantısını kurmaz; hepsini sıradan örf, âdet ve gelenekler gibi algılarız. Hâlbuki biraz gerilere gidildiğinde bunların bir kısmının Kur’an’a bir kısmının da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine dayandığını görürüz. Bu durumun serencamına baktığımızda şöyle bir tabloyla karşılaşırız: İslam dini tekâmül edip farklı coğrafyalara yayılmaya başlayınca hem Kur’an ve sünnet hem de bunlardan elde edilen özlü fikirler ve uygulamalar farklı coğrafyalara yayılmış, milyonlarca hatta milyarlarca Müslüman tarafından uygulanarak hayatın parçası hâline getirilmiştir. Nesilden nesile uygulanarak ve tekrar edilerek gelen bu uygulamalar ve sözler hayatın içerisine sinmiş, hazmedilmiş, söz konusu bölgelerin örfüne, âdetine, atasözlerine, vecizelerine karışmış, onlar içerisinde yoğrulmuş, birbirinin ayrılmaz parçası hâline gelmiştir. Böylece ortak bir Müslüman kültür oluşmuştur.

Yukarıda işaret edilen husus ülkemiz için de geçerlidir. Kültürümüzü şekillendiren birçok anlayış, uygulama ve kavram, Kur’an’a ve sünnete dayanır. Bunlardan biri de günlük hayatta dilimizden düşürmediğimiz “emanet” terimi ve buna dayanan anlayışlardır. “Emaneti ehline vermek”, “emanete ihanet etmemek”, “emin adam” gibi kullanımlar yine hayattaki birinin “can” için “emaneti taşıyoruz” ifadesi, vefat eden için “emaneti teslim etti” ifadesi, günlük hayatta kullanılan “Allah’a emanet olun”, “dünyada emanetçiyiz” gibi sözler bu durumu göstermektedir. Hatta atasözleri arasında yer alan; “emanete hıyanet olmaz”, “emanet ata binen tez iner”, “kurda kuzu emanet edilmez” şeklindeki kullanımlar İslami bir kavram olan “emanet”in kültürümüze ne derece sirayet ettiğini göstermektedir. Özetle, bütün bu kullanımlar; Kur’an’da ve hadislerde geçen “emanet” kavramının sosyal bünyemizin ayrılmaz bir parçası hâline geldiğini, kılcal damarlarımıza kadar işlediğini gösterir.

Asıl itibarıyla Arapça olan emanet terimi; “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, güvenilir olmak” ve “güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey” anlamına gelir. Bu kelime, Kur’an-ı Kerim’de de birçok ayette geçmektedir. (Bakara, 2/283; Ahzab, 33/72; Âl-i İmran, 3/75, Nisa, 4/58, Müminun, 23/8; Mearic, 70/32.) Kur’an ve sünnet birlikte değerlendirildiğinde, genel olarak bir Müslümanın hayattaki her şeye emanet gözüyle bakmasının gerektiği anlaşılmaktadır. Bu kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan emanet kavramıyla ilgili her şeye burada değinmek mümkün olmamakla birlikte bir fikir vermesi açısından hadislerde geçen bazı noktalara temas etmek yerinde olacaktır.

Muhammedü’l-Emin

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) daha peygamber olmadan önceki en önemli vasfı “emin olmak” idi. Onun için Cahiliyye toplumunda bile ona “Muhammedü’l-Emin (Güvenilir olan Muhammed)” denilirdi. Şüphesiz toplumdaki bu algı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir ömür boyu göstermiş olduğu emanete riayet tarzındaki davranışlarının sonucuydu. Öyle ki yeniden inşa edilen Kâbe’nin kıymetli bir taşı olan Haceru’l-Esved’i yerine koymak için bile onun uygulamasına rıza gösterilmiş ve büyük bir iç karışıklık önlenmişti. Bütün bunlar daha o peygamber olmazdan önce gerçekleşmişti. Aslında kendisi de insanların ona güvendiğini, itimat ettiğini biliyordu ve farkındaydı. Hatta nübüvvetin ilk yıllarında, ara sıra buna işaret ediyordu. Bir defasında, “En yakın akrabanı uyar...” (Şuara, 26/214.) ayeti inince Resulüllah (s.a.s.) Safa tepesine çıkmış ardından şöyle seslenmişti: “Ne dersiniz, size şu dağın arkasından ‘(sizinle savaşmak üzere düşman) atlılar geliyor!’ diye bir haber versem bana inanır mıydınız?” diye sormuş, onlar da; “Biz senin hiç yalan söylediğini görmedik.” demişlerdi...” (Buhari, Tefsir, Leheb, 1.) Hatta Hirakl bile kendisine gelen heyete sorduğu sorularla onun bu özelliklere sahip olduğunu anlamış ve Ebu Süfyan’a şöyle demişti: “Onun namaz kılmayı, doğru dürüst olmayı, iffetli olmayı, ahde vefa göstermeyi ve emaneti sahibine tevdi etmeyi istediğini iddia ettin. İşte bunlar, bir peygamberin vasıflarıdır.” (Buhari, Şehadat, 28.)

Emanete hıyanet edilmez

Hz. Peygamber (s.a.s.), emanete hıyanet etmeyi münafıklık alametleri arasında saymıştır. (Buhari, İman, 24; Şehadat, 28; Müslim, İman, 107, 108.) Buna ilaveten, emanete hıyanet eden kişiye hıyanetle karşılık vermeyi de yasaklamıştır. (Ebu Davud, Büyû, 79; Tirmizi, Büyû, 38.) Enes b. Malik şöyle demiştir: “Allah’ın Peygamberi (s.a.s.) bize hutbe verdiği zaman mutlaka şöyle buyururdu: Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, III, 134.) Zira Hz. Peygamber, “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, II, 349.)

Bir gün Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resulü, İslam(a inananlar)ın hangisi daha faziletlidir?” diye sordular. O da “Dilinden ve elinden (gelecek kötülükler konusunda) Müslümanların emin oldukları kimse!” buyurdu. (Buhari, İman, 5.) Bulunduğu mertebeye nasıl ulaştığı sorulan Hz. Lokman (a.s.) şu cevabı vermişti: “Doğru sözlülükle, emaneti ehline teslim etmekle ve kendimi ilgilendirmeyen konularla meşgul olmamakla!” (Muvatta, Kelam, 7.)

Emanete riayet cenneti garanti eder

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin. ” (Ahmed b. Hanbel, V, 323.)

Verilen görev ve yetki emanettir

Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.), vergi memurluğu görevi isteyen Ebu Zerr el-Gıfari’ye: “Bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur.” buyurmuştur. (Müslim, İmare, 16.) Bunun gibi hayatın başka alanlarındaki görev ve yetkiler de emanet olarak değerlendirilmelidir. Bazı kişilerin özel hayatlarına muttali olan meslek erbabı da sahip oldukları özel bilgileri kimseyle paylaşmamalıdır. Bu bilgiler, “emanet” olarak görülmeli ve emanete asla ihanet edilmemelidir.

Başkasına ulaştırılmak üzere bırakılan her şey emanettir

Çocukluğunu Peygamberimizin (s.a.s.) yanında geçiren Numan b. Beşir’in (r.a.) anlattığına göre, Hz. Peygamber’e Taif’ten bir miktar üzüm hediye edilmişti. Hz. Peygamber, Numan’ı çağırarak “Şu salkımı al da annene götür.” demişti. Numan ise üzümü annesine götürmeden önce yiyip bitirmişti. Birkaç gün sonra Hz. Peygamber, “Üzüm salkımı ne oldu, onu annene ulaştırdın mı?” diye sormuş, Numan; “Hayır.” diye cevap verince Resulüllah ona “ğuder” (vefasız) demişti. (İbn Mace, Et’ıme, 61.) Elbette Allah Resulü (s.a.s.) Numan’ı vefasızlık ile yaftalamak istememişti. O, bu tavrı ile küçük bir emanetin teslimi konusunda bile her yaştan insanın titiz davranması gerektiğini vurgulamıştı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir defasında da şöyle buyurmuştur: “Sana bir şey emanet eden kişiye emanetini (hakkıyla koruyarak) iade et. Sana hainlik edene sen hainlik etme.” (Tirmizi, Büyû, 38; Ebu Davud, İcare, 79.) Hz. Ömer ise bir kişiyi şu açıdan değerlendirmemizi bize tavsiye eder: “Bir kimsenin ne namazına ne de orucuna bakın. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete riayet ediyor mu, dünyalık meselelerle uğraştığında helali haramı gözetiyor mu, siz ona bakın.” (Beyhaki, Şuabü’l-İman, IV, 230.)

Söz emanettir

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) belirttiğine göre, sohbette konuşulan sözler de bir emanettir. Dolayısıyla başka ortamlarda anlatılması, özel bir sohbet anında anlatılanların orada bulunmayanlara da taşınarak yayılması doğru değildir. Hz. Peygamber, hangi konuşmanın özel konuşma kapsamına gireceğini şu şekilde tanımlamıştır: “Bir kişi bir söz söyleyip sonra da (kimsenin duymadığından emin olmak için) etrafına bakınırsa o söz emanettir.” (Ebu Davud, Edeb, 32.) O hâlde üçüncü şahısların işitmemesi için özen gösterilen konuşmalar emanet olarak değerlendirilmelidir.

Emanete riayet için işi ehline vermek gerekir

İşlerin düzgün yürütülebilmesi için her işin ehil kimselere verilmesi ve o kimselerin de sorumluluk duygusuyla hareket ederek işinin hakkını vermesi gerekir. Zira her iş, o işi yapan kimseye tevdi edilmiş bir emanettir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilir: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisa, 4/58.) Bir gün Hz. Peygamber, ashabını etrafına toplamış sohbet ediyor, onlara nasihatlerde bulunuyordu. Bu sırada bir bedevi çıkageldi ve “Kıyamet ne zaman (kopacak)?” diye sordu. Hz. Peygamber sözünü kesmeden konuşmasına devam etti. Oradakilerden biri, “Resulüllah bedevinin ne dediğini işitti fakat sorusundan hoşlanmadı.” dedi. Bir başkası ise “Belki de (soruyu) işitmedi.” dedi. Nihayet Sevgili Peygamberimiz sözünü bitirince; “Kıyameti soran nerede?” buyurdu. Bedevi, “İşte benim!” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü, “Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle!” buyurdu. Bedevi, “Onun zayi edilmesi nasıl olur?” diye sorunca Hz. Peygamber, “İş, ehil olmayan kimseye verildiğinde kıyameti bekle.” buyurdu. (Buhari, İlim, 2; Rikak, 35.)

Eşler de emanettir

Resulüllah’ın (s.a.s.) Veda Hutbesi’nde müminlere bıraktığı son nasihatlerinden birisi, “kadınlar hakkında Allah’tan sakınmaları gerektiği” olmuştur. Çünkü kocaları, “Onları Allah’ın bir emaneti olarak almışlar ve Allah’ın adıyla (nikâh kıyarak) onları kendilerine helal kılmışlardır.” (Müslim, Hac, 147.) Öyleyse, eşler de birer emanet olarak görülmelidir.

Velhasıl emanet; hayatın her alanını kuşatan, hayatta ne varsa onlarla ilgili veya ilişkili olan bir değerdir. Bu cümleden olarak; mal, can, eş, evlat, söz, vazife, din hepsi birer emanettir. Bir Müslüman için, dinimizin iki temel kaynağı olan Kur’an ve sünnet de bize emanettir. Rabbimizden ve Efendimizden (s.a.s.) bize kadar gelen bu emanetlere de riayet etmemiz, ihanet etmememiz, onları korumamız, yaşamak ve yaşatmak için elimizden geleni yapmamız da omuzlarımıza yüklenmiş birer emanettir.

Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.