Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslam'a açıkça davet etmeye başlamıştı. Gece gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah'ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah'a çağırıyordu.
İşte o günlerden birinde Mekke'nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslam hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahabilerden Abdullah b. Ümmü Mektûm, irşat edilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyerek çıkageldi. "Bana doğru yolu göster, ey Allah'ın Resulü!" dedi. Onun zamansız gelişine canı sıkılan İslam Peygamberi, yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve "Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?" diye sordu. Adam, "Hayır." diye cevap verdi. İşte Peygamberimiz, tam da muhatabının İslam'ı kabullenmesi konusunda ümitlendiği esnada, Yüce Allah'ın şu ayetlerine muhatap oldu: "(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah'tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır böyle yapma, şüphesiz bu ayetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır. "(Abese, 80/1-12) Rahmet Elçisi'nin bütün arzusu, Mekke'nin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebia, Ebu Cehil ve öz amcası Abbas b. Abdülmuttalib'i kazanmaktı. Şayet onları kazanabilirse, belki de bütün aileleri ve çevreleri İslam'a girecekti. Bu nedenle belli bir kıvama gelen sohbetin kesilmesini istememişti. İbn Ümmü Mektüm'a biraz sonra da dönebilir, sorularına genişçe cevap verebilirdi. Onun, zamansız olduğunu düşündüğü gelişine tepkisi sadece yüz ifadesine yansımıştı. Hatta Peygamber Efendimizin yüz çevirdiğini İbn Ümmü Mektûm hissetmemişti bile. Fakat her şeyi gören ve işiten Yüce Allah, Rahmet Elçisi'nin bu tavrını eleştiren birkaç ayetle başlayan Abese süresinin ilk ayetlerini indirdi. Şüphesiz Yüce Allah, Resülü'nün niyetini de çok iyi bilmekteydi. Fakat O, dine davet adına da olsa, Müslüman bir âmâdan yüz çevirilip, müşriklere iltifat edilmesine razı olmadı. Zira İbn Ümmü Mektûm bir âmâ idi, görmüyordu fakat gözleri kapalı ise de gönlü açıktı. Arınmaya, korunmaya, öğrenmeye, öğüt almaya gelmişti ve Peygamber beden diliyle de olsa ondan yüz çevirmemeliydi...
Rahmet Elçisi, daha sonra uyarılmasına sebep olan bu gönül insanını daha yakından tanıyacak ve bir ömür boyu ona hak ettiği değeri verecek ti. Hz. Peygamber'in hicretinden önce Medine'ye ilk gelenlerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektum, Mus'ab b. Umeyr ile birlikte Medine'deki Müslümanlara Kur'an öğretmişti. Hicret sonrasında ise Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevi'de müezzinlik görevini yerine getirmişti.
Bu âmâ sahabi, bir başka konuda daha ayet inmesine vesile olmuştu. Allah Resulü'nün vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit, bu olayı şöyle anlatı yordu: "Allah Resulü, 'Müminlerden (cihada katılmayıp) oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.' ayetini(Nisâ,4/95) yazdırıyordu. Tam bu sırada yanına İbn Ümmü Mektum geldi ve 'Ey Allah'ın Resulü! Vallahi cihada gücüm yetseydi, mutlaka ben de savaşırdım!' dedi. Bunun üzerine aynı ayet Yüce Allah tarafından, 'ğayru üli'd-darar' (özür sahipleri hariç) kısmı eklenmek suretiyle yeniden indirildi."
İlginçtir, özürlülerin savaştan muaf olduğunu ifade eden bu kısmın inmesine sebep olmasına rağmen, şehadet arzusuyla yanıp tutuşan İbn Ümmü Mektüm, Kadisiyye Savaşı'ndan geri kalmamış, hatta sancaktarlık yaptığı bu savaşta şehit olmuştur.
Abese süresinin inişinden sonra Hz. Peygamber ile aralarında gelişen samimi ilişkiler İbn Ümmü Mektüm'a daha önemli görevlerin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle değil, gönlüyle gören bu yüce sahabi, tam on üç defa Hz. Peygamber'e vekalet etmişti. Resul-i Ekrem, çeşitli seferlere/savaşlara giderken Medine'de yerine onu vekil bırakmıştı. Peygamberimizin Medine'de toplum lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, onun bu ama dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Resulü kendi vekâletini ona vermekle, ehil olmaları halinde engellilerin de en üst mevkilerde görev alabileceklerini göstermişti.
Aynı İbn Ümmü Mektüm, evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisine yardım edecek birisinin bulunmadığını söyleyerek Peygamberimizden evinde namaz kılma izni istemişti. Hz. Peygamber ezanı işitip işitmediğini sorduğunda, "Evet." diye cevap vermiş, bunun üzerine onun cemaate katılmasını isteyen Allah Resulü, "Öyleyse gel!"buyurmuştu.
Oysa bir başka âmâ sahabi olan İtban b. Malik'ten bunu istememişti. İtban şöyle anlatıyordu: "Salimoğullan Yurdu'nda kabileme namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi vardı ve yağmur yağ dığında onların mescidine geçmem zorlaşıyordu. Hz. Peygamber'e giderek ona, 'Ey Allah'ın Resulü! Benim gözlerim iyi görmüyor. Benimle kabilem arasındaki dere, yağmur yağdığında taşıyor ve oradan geçmek bana meşakkat veriyor. Evime gelmeni ve bir yerinde namaz kılmanı istiyorum ki ben de orayı mescit edineyim.' dedim. Bunun üzerine Resulullah (sav), 'Bunu yapacağım.' buyurdu. Ertesi sabah güneş yükseldikten sonra Resulullah ile Ebu Bekir bana geldiler. Resulullah içeri girmek için izin istedi. Ben de ona izin verdim. Eve girdiğinde oturmadı, 'Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?' buyurdu. Ben de kendisine, namaz kılmayı arzu ettiğim yeri gösterdim. Resulullah namaza durdu ve tekbir aldı. Biz de onun arkasında saf olduk. İki rekat kıldırdı, sonra selam verdi. O selam verdiği zaman biz de selam verip, namazdan çıktık."(Müslim, Mesâcid,263)
Hz. Peygamber'in, âmâ olan İtban'ın davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, kendisine ikram edilen yemeği yemesi, onun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir. Hz. Peygamber'in İtban'ın kendi evinde namaz kılmasına izin verdiği halde İbn Ümmü Mektûm'a izin vermemesi, İbn Ümmü Mektum'un evinin ezanı ve kameti işitecek kadar mescide yakın olmasıyla açıklanabilir. Burada Hz. Peygamber, bir taraftan cemaatle namaz kılmanın önemine zımnen vurgu yaparken, diğer taraftan da İbn Ümmü Mektum gibi yetenekli bir sahabisini -mescide devamda zorluk çekse de- aralarında görmeyi arzulamış olmalıdır.
Allah Resulü, hasta kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını, şu meşhur kıssa ile son derece etkileyici biçimde dile getirmiştir: Yüce Allah, İsrailoğulları'ndan, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Bir melek göndererek onları iyileştirir. Sonra da deve, sığır ve koyun gibi doğurgan hayvanlardan en çok istediklerini lütfederek onları zengin eder. Yıllar sonra melek, sırayla herbirinin önceki suretine girerek ziyaretlerine gider ve Allah'ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah rızası için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettiklerini söyleyerek ona bir şey vermezler. Ceza olarak her ikisi de eski hallerine döner. Âmâ ise, "Ben bir âmâ idim. Allah bana görme duyumu geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için aldığın hiçbir şeye engel olmayacağım." der. Bunun üzerine melek, "Malın sende kalsın! Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki arkadaşına ise öfkelendi." şeklinde cevap verir.(Buhâri,Enbiyâ,51)
Zayıf bir rivayette ise, bir adadaki dağın zirvesinde tam beş yüz sene Allah'a ibadet eden ve canını secdede iken alması için dua eden bir abidden söz edilir. Kıyamette Yüce Allah, "Kulumu rahmetimle cennete koyun!" buyurunca, o zat üç defa, "Ya Rabbi, amelimle!" der. Bunun üzerine Allah meleklere, "Kendisine verdiğim nimetlerle, kulumun yaptığı ameli karşılaştırın!" buyurur. Melekler bakarlar ki, sadece görme nimeti beş yüz yıllık ibadeti ne karşılık gelmekte, bedenindeki diğer nimetler ise karşılıksız kalmaktadır. Bu defa Allah, "Kulumu cehenneme koyun!" buyurunca abid, "Ya Rabbi! Beni rahmetinle cennetine koy!" diye iltica eder ve Allah da onu rahmetiyle cennete koyar.(Hâkim,Müstedrek,IV,278) Bu rivayet, hem Allah'ın rahmetine hem de görme nimetinin değerine vurgu yapması bakımından anlamlıdır.
Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayette olduğu gibi, "hakikati görmeme, hakkı duymazlıktan gelme ve doğruyu haykırmama" anlamında "kör, sağır ve dilsiz" gibi bazı nitelemeler, Hz. Peygamber tarafından da kullanılır. "Bir şeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve sağır eder!" hadisinin yanı sıra, ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne de, "kör ve sağır" nitelemesiyle takdim edilir. Diğer taraftan, Cabir b. Abdullah'ın anlattığına göre bir gün Hz. Peygamber, "Haydi, bizi Yakifoğuliarı'ndaki şu 'iyi gören' (basîr) adamı ziyarete götürün!" buyurur. Halbuki kastettiği şahıs âmâdır. Âmâ olan bir kimseden söz ederken onu, "basir" yani "iyi gören" diye nitelemesi, Allah Resülü'nün görme, duyma ve konuşma kabiliyetlerini mecazı anlamları ile birlikte kullandığını göstermektedir.
Sahabe arasında doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazlaydı. Örneğin "Tercümanü'l-Kur'an" yani "Kur'an'ın tercümanı" diye anılan Abdullah b. Abbas'ın ömrünün son demlerinde gözleri, görme yükünü kalbine emanet etmek zorunda kalmıştı. "Habrü'l-Ümme" yani "Ümmetin büyük bilgini" olarak anılan İbn Abbas hazretleri, bu haliyle bile insanlara Kur'an ve sünneti öğretmek için elinden geleni yapmaktaydı. Bera b. Azib, Cabir b. Abdullah, Ka'b b. Malik, Ebü Süfyan, Sa'd b. Ebü Vakkas, Abdullah b. Ebü Evfa, Abbas b. Abdülmuttalib, Malik b. Rebîa ile Abdullah b. Zübeyr'in annesi Esma da hayatlarının bir döneminde gönülleriyle gören güzide sahabilerdendi.
Hz. Peygamber, insanların sahip oldukları özürleri, onların bazı alanlarda güçleri nispetinde verebilecekleri hizmetin önünde bir engel olarak görmemişti. Onlara çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk veren Rahmet Elçisi, bir ayağı aksayan genç dostu Muaz b. Cebel'i ehil görmüş ve Yemen'e zekat memuru ve kadı sıfatıyla göndermişti.
Engelli bir başka büyük sahabi de İmran b. Husayn'dı. Karnına su ve yağ toplanmış, uzun seneler süren bu hastalığa sabretmişti. Rahatsızlığı tam otuz yıl devam etmiş, hatta bir ara karnı açılarak yağları alınmıştı. Bir defasında hasta iken nasıl namaz kılacağını sormuş, Sevgili Peygamberimiz de, "(Mümkünse) ayakta kıl. Şayet buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl. Buna da gücün yetmiyorsa yan üstü yatarak kıl!" cevabını vermişti.(Buhari,Taksîrus-salat,19) İmran b. Husayn, aşırı kilolu oluşundan dolayı vefatından önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmişti.
Özürlü ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahabiler de vardı. Topal bir sahabi olan Amr b. Cemüh bir gün Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Resulü! Ne dersin, eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?" diye sorunca H z . Peygamber, "Evet." dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı'nda birlikte savaşarak şehit oldular. Savaş meydanında Amr'ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamber, "Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim." buyurdu ve onun emriyle bu üç mücahid aynı kabre konuldular.
Amr b, Cemüh, ensarın temsilcilerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi. Amr'ın dört oğlu vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarını, topal olması sebebiyle Allah'ın kendisine verdiği ruhsatı kullanması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Amr ise, Hz. Peygamber'e başvurarak oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede o, Uhud Savaşı'nda şehit oldu.
Hz. Peygamber'in, görme engelli sahabilerin gerek cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, gerekse onları görevlendirmesinde, hatta savaşlara katılmalarına izin vermesinde onların toplumdan tecrit edilmemelerini sağlama arzusu yatmaktaydı. Ehil ve yeterli oldukları alanlarda yeteneklerini toplum yararına kullanarak, emek verip gayret gösteren üretici bireyler olmaları, onların ideallerini ve kişiliklerini gerçekleştirmede büyük öneme sahipti. Nitekim günümüzde de, pek çok engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur. Onlar, toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, her şeye rağmen kendilerine verilen imkanlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedir. Tüketen, aciz insan konumunda çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma durumu yaşanırken, üreten, güçlü insan konumunda, mutlu ve umutlu bir hayat söz konusudur. İşte Allah Resülü'nün gerçekleştirmek ·istediği şey tam olarak budur.
Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve hamisi olan Allah Resulü, engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söylemiştir. Peygamber Efendimize (sav), varlıklı Müslümanların namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin yanı sıra sadaka vererek de sevaba erdiklerini söyleyen, ancak kendilerinin buna imkan bulamadıklarından yakınan Ebu Zerr'e Hz. Peygamber sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur, "...(Âmâya veya yol sorana) yol göstermen sadakadır. Gücünle güçsüz birine yardım etmen sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade etmen sadakadır..."(İbn Hanbel,V,152)
Engellilere yardım etmenin sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah'a olan sadakatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber'in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri ise lanetliler içerisinde sayması son derece etkileyicidir.
Engelli olmayanlar günün birinde benzer bir sorunu yaşama ihtimalini göz ardı etmemeli, engelli kardeşlerine ellerinden gelen fiziksel ve duygusal yardımı yapmalıdırlar. Çünkü sadece engelli olan kimseler değil, çevresindekiler de engellilere karşı tavırlarıyla Rabbimiz tarafından sınanmaktadır. Bu nedenle onların, bir yandan Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerin kadrini bilip şükretmeleri, diğer yandan da hem bireysel hem de toplumsal huzura kavuşabilmek için engelli kimselere her anlamda destek vermeleri gerekir.
Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: Ümmühan BAYRAKÇI - Bilecik Müftülüğü İl Vaizi