BAĞIMLILIK NEDİR?

AİLE KÖŞESİ

Acaba bir konuda edindiğimiz bilgiler, zamanla ezbere dönüşerek o konu hakkında düşüncelerimizi zayıflatan bir hale gelir mi? Doğrusu, bu sorunun izini pek çok şekilde sürebiliriz. Ama bu yazıda “bağımlılık” kavramını merkezimize alarak bunu anlamaya çalışacağız. Evvela herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için söyleyelim: Bilgi, insanoğlunun yegâne tırabzanıdır. İnsan, bilgi sayesinde gelişip olgunlaşır, güven içinde yaşamını sürdürür, hastalandığında tedavi olur, geleceğini inşa eder ve istikbalde onu bekleyen ahirete en doğru şekilde hazırlanabilir. Bilgisizlik karanlıktır. Ve bütün kötülükler bilgi yoksunluğundan ortaya çıkar. Fakat bir konu hakkında yaygın bilgi ve kanılar kalıplaşırsa o konunun yol boyu uğrayacağı değişimler yeterince anlaşılmaz. Örneğin bağımlılık denildiğinde bütün dünyada hemen herkes aynı şeyleri hatırlar: Uyuşturucu ve içki başta olmak üzere bütün zararlı alışkanlıklar. Halkayı biraz daha genişlettiğimizde kumarı ve şans oyunlarını da içine alan bir çerçeveyle karşılaşırız. Bunlar bağımlılık hakkında kesinlikle isabetli misallerdir. Ama bağımlılığın gerçekte ne olduğunu anlamak için bu ilk örneklere değil, bu ilk örneklerin meydana getirdiği zarara dikkat kesilmeliyiz. Böylece, bağımlılığın izini başka madde ve eylemlerde de sürebilir, onu daha kapsamlı şekilde tanımlayabiliriz. Şu hâlde gözümüzü, zararlı alışkanlıklarla insan arasına çok belirgin bir çizgi çeken İslami kaide ve duyarlılıklara çevirmeliyiz. Temelde şunu unutmamak gerekir. Bağımlılık, insanın kişilik haklarından taviz vermesi demektir. Çünkü bağımlılık, iradenin kaybedildiği çizgide başlar. Oysa varlık âleminin en şerefli, en değerli üyesi olan insanın kişiliği, onuru her şeyin üzerindedir. Örneğin İslam dininin bütün emir ve nehiylerle kurduğu paradigma, ona bu şerefi hatırlatmaya dönüktür. İnsan ancak kendi şerefli yerini görebildiği ölçüde dünyasını ve ahiretini mamur edebilir. Nitekim son ilahi din İslam’ın nihai gayesi, insanın dünya ve ahiret saadetine ermesi, bu yolda karşısına çıkacak engellerle baş edebilmesidir. Bu mücadele boyunca Allah, kişinin niyetine ve gayretine bakacaktır. Kullarına adaletle muamele edeceğini vadeden Allah (c.c.), böylece onların doğduğu şartları, mahrumiyetlerini veya dezavantajlarını da hesaba dâhil edeceğinin altını çizmiştir.

Yüce dinimiz İslam, insanın canını, aklını, ırzını, malını, inancını her türlü kötülükten korumayı hedefler. Ortaya koyduğu inanç ve ahlak nizamı, öngördüğü aile ve toplum yapısı, bildirdiği emir ve yasaklar hep bu amaca hizmet eder. İnsanı korumayan hiçbir sistemin hayırlı sonuçlar doğurması beklenmez. Aksine kötülük, insanın tehlike altında olduğu ortamlardan neşet eder. İslam dini, Medine ve Mekke örnekleri başta olmak üzere huzur ortamı tesis etmiş, bu ortamın en bariz özelliği olarak canı, aklı ve malı özenle koruyup kollamıştır. Bu sebeple İslam, insanın canına ve malına kasteden, aklını ve idrakini zayıflatan, ırzına ve nesline zarar veren, din ve inanç özgürlüğünü elinden alan her şeyle mücadele eder. Ferdin, ailenin ve toplumun huzurunu bozan bütün zararlı alışkanlıkları ve bağımlılıkları yasaklar. Çünkü aklı örten, insanı acze düşüren bağımlılıklar, âdemoğlunun varoluş gayesini elinden almakla kalmaz; onu Allah Teâlâ’nın yeryüzünün halifesi olarak konumlandırdığı mevkiden alarak şerrin merkezi konumuna indirger. Bu duruma düşen kişi sadece kendisine zarar vermez; söz, eylem ve düşünceleriyle kötülüğü yayar, fenalığa hizmet eder. Demek ki aklı örten bütün edimler, içlerinde “zararlı bağımlılık” olanağı taşırlar. Sağlık, insana bahşedilen en değerli nimettir. Akıl, ruh ve beden sağlığı kaybolan kişinin mümin ve mükellef olabilme imkânı ve gerekçeleri de ortadan kalkar. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İki nimet vardır ki insanların pek çoğu bunların kıymetini bilmeyerek aldanmaktadır: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1) buyurmak suretiyle bizleri iki önemli konuda dikkatli olmaya davet eder. Zararlı maddelere bağımlılığın bizi sağlığımızdan alıkoyduğu hepimizin malumu. Bilim gittikçe daha çok insanın bir zararlı alışkanlığa bağlı nedenlerden hayatını kaybettiğini söylüyor. Bağımlılıkların kökeninde başta çevresel etkenler, zedelenmiş aile bağları, depresyon gibi nedenler sıralanmakla birlikte; anlam kaybı veya anlamsızlık gibi daha varoluşsal dürtülerin de rol oynadığı biliniyor. Modern dünyada bu oranın artmasının, insanın kendini yalnız ve çaresiz hissetmesiyle de doğrudan ilgisi var. Fakat hiçbir mazeret onun yaşamını zayi etmesine gerekçe olamaz. Çünkü insanın hayatı gibi aklı, bedeni de ona emanettir ve zamanı geldiğinde ondan bunları nasıl kullandığının hesabı sorulacaktır. Özellikle akıl, Cenab-ı Hakk’ın biz kullarına en büyük bir nimetidir. İnsan akıl nimeti sayesinde Rabbinin karşısında sorumluluk sahibi olur. Peki, akıllı kime denir? Bu sorunun cevabını, iki cihan serveri Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) dinleyelim: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise nefsinin arzu ve isteklerine uyan ve buna rağmen hâlâ Allah’tan iyilik temenni edendir.” (Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 25) Evet, bu nebevi öğretiden, nefsin isteklerinin peşine takılıp gitmenin de bir tür bağımlılık, hastalık olduğunu; bu nevi fiillerin aklın örtülmesinin sebebi ya da sonucu olarak ortaya çıktığını anlıyoruz.

Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatının imtihan oluşuna vurgu yapılır ve bu imtihandan başarıyla çıkmanın yolunun nefsin isteklerine karşı koyabilmek, onları meşru sınırlar çerçevesinde gidermekten geçtiğinin altı çizilir. Nefsine esir olanların imtihanda başarılı olması güçtür. Dünya ve içindeki nimetler gelip geçici, ahiretse sonsuzdur. Fâni olanın peşinde koşanları hüsran beklemektedir. Geçici dünya hayatını merkeze alarak bize ebedî hayatı unutturan, ihmal ettiren bütün bağımlılık ve alışkanlıkları şeytan tarafından yolumuza döşenen tuzaklar olarak görebiliriz. Kötü alışkanlıklar bizim sadece bugünümüzü, sağlığımızı değil; yarınlarımızı, öte dünyamızı da tehlike altına sokan felaketlerdir. Kişi, nefsinin istek ve arzularına karşı sürekli tetikte olmalıdır. Alkol, uyuşturucu ve bilumum zararlı alışkanlıklar, bireyi hem bedenen hem de ruhen tükenişe sürükler. Bağımlılıklar aileden huzuru uzaklaştırır, yuvaları yorgun düşürür, şiddetin doğmasına neden olur, maneviyatı söndürür ve elbette millî servetimizi heder eder.

Çocuklar ve gençler, zararlı alışkanlıklar karşısında en savunmasız olan kesimdir. Onlar ergenliğin bunalımlı geçitlerinde, özenti ve merak duygularının pençesinde kötü alışkanlıklara meyledebilmekte; hele ki ailelerin duyarsızlığı da buna eklenince felaketin boyutu daha da artmaktadır. Gençler, en yakınındakilerin bu tür alışkanlıklara sahip olduğunu gördüğünde o zehirli maddelere karşı zihinlerindeki bariyerleri kaldırmakta, zihinlerindeki kapalı kapıları arkadaş meşruiyeti yüzünden ardına kadar açabilmektedir. Çünkü onlar taklit ve özenti yaşlarında aile desteğine çokça ihtiyaç duyarlar. Ergenlik bunalımının hat safhada olduğu, aileyle iletişimi en aza indirdikleri zamanlarda bile içten içe ruhları sevgi, ilgi, alaka beklerler. Ebeveynlerin onların agresif tutumlarına bakıp mütekabiliyet gütmesi, çok daha kötü sonuçların doğmasına neden olabilir. Velilere düşen, onların hassas dönemlerinin farkına varmak ve sıkboğaz etmeyen, rahat bir dikkatle onların haletiruhiyelerini sürekli izlemektir. Ailesinden yeterli ilgiyi bulamayan gençlerin kolayca kötü çevrelerin ağına düşmesi ve zararlı alışkanlıklar edinmesi neredeyse kaçınılmazdır. Çocuklara ve gençlere yapılacak en doğru ebeveynlik, sevgidir. Bu, bütün ahlaki edimler kadar önemlidir. Çünkü ahlaki kurallar daha ziyade görerek, fark edilerek öğrenilir, kanıksanır. Ama sevgisizlik, gencin güvenli halkadan dışarı adım atmasına, daha sonra telafisi mümkün olmayan savrulmalar yaşamasına neden olabilir. Aile, sevgi ve ilgiyle oluşturacağı koruma kalkanı sayesinde, muhtemel felaketleri her zaman en aza indirmiş olacaktır. Tabii, bağımlılık meselesini zararlı maddelerle sınırlandırarak kendimizi ve ailemizi güvenli, konforlu bir alanda tuttuğumuzu zannedebiliriz. Saatlerimizi kara delik gibi yutan, aynı evlerin içinde yabancı insanlar gibi yaşamamıza neden olan başka bağımlılıklarımız yok mudur acaba? Evet, sözü dijital bağımlılıklara getirdiğimizin farkındasınızdır. Bu noktada açıkça söylemeliyiz ki çocuklarla yetişkinlerin karşı karşıya bulunduğu tehdidin boyutları iki kesim için de neredeyse aynıdır. Teknolojinin gelişmesiyle bilimde, tıpta ve iletişimde son derece faydalı adımlar atıldı. Buna paralel olarak pek çok sosyal mecra, uygulama ve oyun gerçekten akıl almaz derecede cazibeli hâle geldi. Artık pek çok ihtiyacımızı dijital yollardan temin ediyoruz. Fakat ekran başında geçirdiğimiz saatlere bakacak olursak ortaya korkunç sonuçların çıktığı da vakıa. Başımızı telefonlardan veya tabletlerden kaldırıp bir süre düşündüğümüzde, gerçekten dijital bir bağımlılığın ağına düştüğümüzün farkına varıyoruz. Çocuklarımızı zararlı alışkanlıklar ve maddelerden korurken onların bilincinin, ilmekleri yazılımdan oluşan başka örtülerle örtülmesine fırsat vermemeliyiz. Neticede yazının girişinde zararlı alışkanlıkları tanımlarken onların ruh ve beden sağlığını bozduklarının, aklı örttüklerinin altını çizmiştik. Bu sebeple, bizim düşünce melekemizi zayıflatan, kontrol altına alan bütün alışkanlıklara karşı dikkatli olmamız gerektiğini unutmamalıyız.

Yazımızı Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şu serlevha hadisiyle bitirelim istiyorum: “Kıyamet gününde hiçbir kul, ömrünü ne için tükettiği, bilgisiyle ne yaptığı, malını nereden kazanıp nerede harcadığı ve bedenini neyle yıprattığı konusunda hesaba çekilmedikçe bir yere kıpırdayamayacaktır.” (Tirmizî, Sıfâtü’l -kıyame, 1)

VARLIĞA ŞÜKRETMEYEN  TOPLUMA PEYGAMBER HZ. SALİH

İlahi hitabın insanlara ulaştırılması görevini ifa eden peygamberler mutlaka belli bir kavme gönderilmişlerdir. Kavimlerini Allah’ın birliğine davet eden peygamberler genelde onların direnişiyle karşılaşmışlar, kendilerine inanan az sayıdaki insanın desteğiyle tebliğ faaliyetlerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Risâlet görevini üstlenen ve kavmiyle mücadele etmek durumunda kalan Allah elçilerinden birisi de Hz. Salih’tir.

Salih peygamber, Semûd kavmine gönderilmiş bir peygamberdir. Semûd, Hz. İsmail’den önceki döneme ait olup Arabü’l-Âribe (Halis Arap) diye isimlendirilen, soyu kesilmiş eski Arap kavimlerinden biri olarak bilinir. Âd kavmiyle aynı soydan olan bu kabile mensupları Sâm’ın oğlu İrem’de birleşirler. Ayrıca Âd kavminin ardından gelmeleri sebebiyle Semûd kavmi mensupları ikinci Âd (Âd-ı uhrâ) olarak da tanınırlar. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Salih’in Semûd kavmine göndirildiği hususu açıkça ifade edilir: “Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur…” (Araf, 7/73.), “Andolsun ki ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) Semûd kavmine kardeşleri Sâlih’i gönderdik…” (Neml, 27/45.)

Semûd kavmi Kur’an’da “ashâbü’l-Hicr” diye de anılır. (Hicr, 15/80.) Hz. Salih’in kavmi olan Semûd, bölgede yaşamış güçlü bir kavim idi. Hicr, Arap Yarımadası’nın kuzeybatısında Medine-Tebük yolu üzerinde Teymâ’nın yaklaşık 110 km güneybatısında, sarp kayalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki şehrin adıdır. Kaynaklarda Salih peygamberle ilgisi dolayısıyla buraya Medâinüsâlih de denilmiştir. Adı geçen şehirden günümüze kadar gelen kalıntılar ve dağlarda yontulmuş evler buranın eskiden bir uygarlık merkezi olduğunu gösterir. Kalıntılar aynı zamanda burada müreffeh bir hayatın yaşandığına da işaret etmektedir.

Semûd kavmi başlangıçta tevhid inancına sahipti. Onlar da Allah’ın birliğine, peygambere ve ahiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla ataları olan Âd kavmi gibi tevhid inancını terk edip putlara tapmaya ve kendilerini yeniden tevhide davet eden Allah elçilerini yalanlamaya başladılar. Bunun üzerine Allah tevhid inancını yeniden kendilerine öğretmesi için aralarından Hz. Salih’i davet elçisi olarak görevlendirdi. Hz. Salih kavmine kendilerine gönderilmiş güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah’a kulluk etmeleri gerektiğini, O’ndan başka bir ilahın bulunmadığını, Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını ve kendisine itaat etmelerini, buna karşılık kendilerinden herhangi bir ücret talep etmediğini söyledi. Ayrıca Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak bu nimetlere şükredip azgınlığa sapmamaları, Allah’a karşı gelmekten sakınmaları, O’nun emir ve yasaklarına uymaları, haddi aşıp yeryüzünde fesat çıkaranların peşinden gitmemeleri gerektiğine işaret etti. “Düşünün ki (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.” (Araf, 7/74.); “Kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Siz burada, güven içinde bırakılacak mısınız (sanırsınız)? Böyle bahçelerde, çeşme başlarında? Ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında? (Böyle sanıp) dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz (oyup yapıyorsunuz). Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. O aşırıların emrine uymayın. Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyenler(in sözüyle hareket etmeyin).”(Şuara, 26/142-152.)

 Tıpkı kendisinden önceki peygamberlerde görüldüğü gibi kavminden küçük bir topluluk Salih peygambere iman ederken başta ileri gelenler olmak üzere çoğunluk onun peygamberliğini inkâr etti. Üstelik kendilerine gönderilmiş peygamberlerini büyülenmiş ve uğursuz olmakla, ayrıca şımarıklık ve yalancılıkla suçladılar: “Dediler ki: ‘Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz.’” (Hud, 11/62.), “Şöyle dediler: ‘Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Salih: ‘Size çöken uğursuzluk (sebebi), Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz.’ dedi.” (Neml, 27/47.), “Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı. ‘Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz.’ dediler. ‘Vahiy, aramızda ona mı verildi? Hayır, o, yalancı ve şımarığın biridir.’ (dediler).” (Kamer, 54/23-25.)

Salih peygamberin tebliğinde ısrar etmesi üzerine bu defa kendisinden peygamberliğini doğrulayıcı bir mucize getirmesini istediler. Şayet bu talepleri gerçekleştirilirse o zaman iman edeceklerini söylediler. Hz. Salih de onlara apaçık bir mucize olarak dişi bir deveyi getirdi. Daha sonra da kavminden bir günü deveye, bir günü kendilerine tahsis etmek üzere su içme konusunda belli bir sıraya uymalarını istedi. Kendilerine imtihan olarak gönderilen bu deveye zarar vermemeleri, aksi takdirde ilahi azabın üzerlerine ineceği hususunda onları uyardı: “‘Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir.’ Salih: ‘İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir.’ dedi. ‘Ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.’” (Şuara, 26/154-156.); “Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar.’” (Araf, 7/73.) Kendisinin uyarılarını dikkate almayan, kendilerine mucize olarak verilmiş devenin varlığından rahatsızlık duyan bir grup inkârcı deveyi öldürme planları yapmaya başladılar. Onlar arasında bulunan ve rivayete göre Kudâr b. Salif adlı bir kişi deveyi yakalayıp ayaklarını kesti, onunla birlikte hareket eden diğer inkârcılar da kılıçlarıyla onu parçaladılar. Ardından kendilerine korkuttuğu azabı getirmesi için Salih peygambere meydan okudular: “Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azabı bize getir.’ dediler.” (Araf, 7/77.)

Salih peygamber onlara üç günün sonunda istedikleri azabın geleceğini haber verdi. (Hud, 11/65.) Yaptıklarının cezası olarak Allah, dördüncü günün sabahında korkunç bir gürültü ve yıldırımların ardından gelen, şiddetli bir sarsıntı ile onları helak etti: “Bunun üzerine onları o (gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü donakaldılar. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.’” (Araf, 7/78-79.); “Semûd’a gelince onlara doğru yolu gösterdik ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı. İnananları kurtardık. Onlar (Allah’tan) korkuyorlardı. Allah’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler.” (Fussılet, 41/17-19.) Bu şekilde Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere şükretmeyip üstelik inkârcılıkta ileri giden Semûd kavminden sadece Salih peygamber ve kendisine tabi olan az sayıdaki mümin helakten kurtulurken geri kalanının tamamı helak olmuştur.

Hz. Salih ve Semûd kavminden hadis ve siyer kaynaklarında da Tebük seferi vesilesiyle bahsedilir. Tebük, Hicaz’ın kuzeyinde ve Medine ile Şam arasında bulunan bir yerleşim alanıdır. Veda Haccı’ndan önce gerçekleştirilen Tebük seferi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) iştirak ettiği son askerî faaliyettir. Seferin asıl sebebi Bizans’ın Şam’da bulunan ve kendisine bağlı hareket eden Arap kabilelerini de yanına almak suretiyle kuzeyden Hicaz topraklarına doğru büyük bir saldırı düzenleyeceği haberinin alınmasıdır. Esasında yakın zamanda Rumların Müslümanlar üzerine bir saldırı gerçekleştireceğini tahmin eden Hz. Peygamber (s.a.s.) bu tür haberlerin de duyulması üzerine derhâl sefer hazırlıklarına başlama emri verdi. Ancak harekât zamanı Arap Yarımadası’nda sıcağın ve kuraklığın en yoğun hissedildiği, üstelik hurma hasadının da yapıldığı bir mevsimdi. Dolayısıyla gerçekleştirilen askerî faaliyet Müslümanlar için hem hazırlık safhası hem de tertibi itibarıyla en şiddetli ve en sıkıntılı harekât olmuştur. Nitekim kaynaklarda zorluğu sebebiyle bu sefere “Sâatü’l-Usre” (Tevbe, 9/117.) “Gazvetü’l-Usre” gibi adlar verilmiş, harekete iştirak eden orduya da “Ceyşü’l-Usre” denilmiştir. (Buhari, Meğâzî, 78.) Müslümanlar sıkıntılı yolculuk sonunda önemli bir problem yaşamadan Tebük’e kadar ilerlemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) burada yirmi gün beklemesine rağmen ne Rumlardan ne de onlara tabi olan Hristiyan Araplardan herhangi bir grupla karşılaşmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Tebük Gazvesi sırasında ordusuyla birlikte Şam topraklarına doğru ilerlerken Semûd kalıntılarının bulunduğu Hicr’e gelmiş, askerler Semûd halkının içtiği kuyulardan su içmiş, hamur yoğurup ekmek yapmış ve yemek hazırlamıştır. Fakat Allah Resulü (s.a.s.) hazırlanan yemekleri dökmelerini ve ekmekleri develere yedirmelerini emretmiştir. Daha sonra onları konakladıkları yerden kaldırarak Salih’in devesinin su içtiği kuyunun başına götürmüş, bu davranışının sebebini açıklarken de “Onların yaşadığı felaketin sizin başınıza gelmesinden korktum.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 117.) Başka bir rivayette Resul-i Ekrem’in (s.a.s.) Hicr’de bulunduğu bir sırada Hicr halkının başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü dile getiren ve yanındakileri bu olaydan ibret almaya teşvik eden sözler söylediği belirtilmektedir. Nitekim Abdullah b. Ömer’den gelen bir rivayete göre Allah Resulü (s.a.s.) Tebük Gazvesi’ne giderken Semûd kavminin yurdu olan Hicr’e uğradığı zaman “‘Kâfirlikle kendilerine zulmetmiş (ve Allah’ın gazabına uğramış) bulunan kimselerin meskenlerine girmeyiniz. Çünkü onlara isabet eden azabın size de isabet etmesinden korkulur. Onların yurtlarına ancak ağlayarak girebilirsiniz.’ buyurdu. Bundan sonra Peygamber başını örttü de o vadiyi geçinceye kadar yürüyüşü çabuklaştırdı.” (Buhari, Enbiya, 17; Meğâzî, 80; Müslim, Zühd, 38.) (Hz. Salih ve Semûd hakkında bkz. Ahmet Güç, Salih, DİA, XXXVI, 32-33; Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013, s. 62-66.)                                                                                                                                            

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.