Hem Hz. Muhammed'in (sav) gençlik arkadaşı ve hem de Hz. Hatice'nin yeğeni olan Hakîm b. Hizâm Mekke fethedildiği gün Müslüman olmuş zengin birisiydi. Fetihten bir ay sonra yaşanan Huneyn Savaşı'nda Müslümanların safında yerini almış, ilk kargaşanın ardından gelen zaferde üzerine düşen görevi yerine getirmişti.
Ancak elde edilen ganimetten payına düşene bir türlü gönlü razı olmamıştı. Resûl-i Ekrem'in yanına gelerek kendisine az verildiğinden şikâyet edince, eski dostu ona daha fazla ikramda bulunmuştu. Ne de olsa kalplerinin İslâm'a ısınmasını istediği daha yeni inanmışlardan biriydi o. Fakat Hakîm ısrarla ganimet talebini yineliyor ve kendisine verilen miktarın artırılmasını istiyordu. İkinci ricayı da kırmamıştı cömert Peygamber... Ama Hakîm bu sefer de tatmin olmamışa benziyordu...
Onun bu durumunu gören Hz. Peygamber,
“Ey Hakîm!” dedi, “Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala cömert bir gönülle sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar.”
Hakîm b. Hizâm bu sözlerden o denli etkilenmişti ki,
“Yâ Resûlallah, seni hak ile gönderene yemin olsun ki bu dünyayı terk edene kadar bir daha kimseden bir şey almayacağım!” demekten kendini alamamıştı.
Bereket, bolluk demekti; öyle bir bolluk ki taşan, eksilmeyen... Bereket, saadet demekti; öyle bir saadet ki hiç gitmemecesine yerleşip kalan... Ve bereket, ilâhî lütfun apaçık tecellilerinden birisiydi, “Tebâreke” vasfıyla anılan Rabbimizin, kullarına lütfettiği bir ihsan...
Hatadan sakınıp güzel davranışa odaklanan iman dolu kulları için yerlerin ve göklerin bereket kapılarını sonuna kadar açacaktır Yüce Yaratan! Kendisinden bağışlanma dileyenlere dünya muradı adına arzuladıkları ne varsa verecektir. Onları tufan misali sıkıntılardan kurtarıp selâm ve bereket yağdıracaktır üzerlerine...
O hâlde gözü aldatan fazlalık yetmez bereketli olmaya... Rabbe doğru atılan adımdadır bereket. Evet, bereket ancak O'nunla kâimdir ve Kerem Sahibine bağlanmayan her niyetin semeresi kısırlığa mahkûmdur. İnsanoğlu Allah Resûlü'nün dilinden dökülen şu düsturu unutmamalıdır: “Bereket Allah'tandır.”
Kuşkusuz Sevgili Peygamberimizin hayatı bizim için en ibretamiz bereket örnekleriyle doludur. Bunlar hayranlık uyandırmayı değil, bereketin yaşanırlığını göstermeyi hedefler. Onun çağında hapsolan birer hatıra değil, bugün de tazeliğini koruyan birer öğüttür insanlığa. Bereketi hayatımıza nasıl davet edebileceğimizi anlatır bize. Günümüzün berekete muhtaç, tamahkârlıkla dolu ve çaresiz kalmış yüreklerine asırlar öncesinden yazılan birer reçetedir...
Bir gün, Hz. Peygamber (sav), babasından kalan borçları ödeyemediğini ve alacaklıların kapısında beklediğini yana yakıla anlatan genç sahâbî Câbir b. Abdullah'a hurmalarını toplayıp sınıflamasını söyler. Sonra bereketlenmesi için hurma yığınının yanına gelir ve oraya oturur. Onun mübarek desteğiyle Câbir bütün borçlarını ödediği hâlde hâlâ hurmaları (sanki) el değmemiş gibi durmaktadır.
Resûlullah'ın dostları, Hendek Savaşı öncesi Medine'de o geniş hendeği kazarlarken de aynı berekete şahit olurlar. Üç gündür süren açlığın karınlarına taş gibi oturduğu bir anda, yanı başlarında çalışan mütevazı Peygamber kendilerini sofraya davet etmektedir... Hâlbuki eşi bir ölçek arpadan ekmek yaparken kendisi de küçük oğlağını kesip pişiren Câbir b. Abdullah, Peygamberimizi yemeğe davet ederken bunca insanı hesaba katmamıştır. Endişe dolu ev sahibi ve bu endişeyi gideren tevekkül dolu eşi, o gün bir orduyu ağırlar. Allah'a ve âhiret gününün gerçekliğine inananları misafirine ikramda bulunmaya davet eden Peygamber Efendimizin mesajı bütün insanlığadır: Siz cömertçe misafirinize kapılarınızı açtığınızda, cömert olan Rabbiniz de bereket kapılarını size açacaktır...
Bu örnekler, geçmişte kalan birer mucize değildir. Bilakis kıyamete dek her gün tekrarlanan gerçekliğin Peygamber Efendimizle yaşanan birer temsilidir. Mucize olan bereketin bizzat kendisidir!
Bereket hayatın her lahzasına sinmiş bir ilâhî teyittir. Yeter ki insan hayatının bereketini yitirmemek için onun üzerine titresin. Bereketi unutup, onu kaçırmasın...
Rahmet Peygamberi’nin bu konuda Müslümanlara öğreteceği pek çok şey vardır. Öncelikle o, (sav) inananlara zamanın bereketli dilimlerini kollamayı önerir. Sabahın erken saatleri ümmeti için bereket kaynağı olsun diye dua eder.
Sonra sahur vaktinin bereketini vurgular defalarca. İbadetin, merhametin ve öğünlerin bereketle taçlandığı mübarek Ramazan ayında, oruca niyetlenen ağızların son lokmalarını sahurda almalarını ister: “Sahura kalkın! Çünkü sahurda bereket vardır.” Ve dostunu sahur sofrasına davet ederken; “Haydi! Bereketli yemeğe buyur.” der.
İnsan, özel zamanların bereketine özenirken hayatın her anında akıp giden bereketi unutmamalıdır. Ve o muhterem Elçi, hayatını bereketlendirmesi için insanlara özel tavsiyelerde bulunur. Söz gelimi akrabaları ile düzenli ve olumlu bir ilişkiye önem vermesini öğütler: Onun, “Rızkının genişletilmesini ve ecelinin geciktirilmesini (ömrünün uzatılmasını) arzu eden, akrabalarını görüp gözetsin.” cümlesini işitenler, elbette sayılara takılmamalı, yılların hesabını yapmaya oturmamalıdır.
Öte yandan müminin, Rezzâk olan Rabbinin kendisini her hâlükârda doyuracağına olan inancı sarsılmazdır. “Yeter mi?” endişesi taşımaz ve inceden inceye tartıp durmaz. Hani denir ya, “Sayarsan bereketi kaçar.” diye, işte öyle... Nitekim Allah'ın Resûlü de saymasaydın, tartmasaydın, sonunu silkelemeseydin yer dururdun, bitmezdi şeklinde pek çok uyarıda bulunmuştur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'yı, “Ver ve hesap etme! Yoksa Allah da sana hesaplayarak verir.” diyerek ikaz etmiştir.
Müslüman'ın ayırıcı vasfı olan dürüstlük de bereketi çağırır. Yalancılık, kutluluktan ve mübarek oluştan ne kadar da uzaktır! Peygamber Efendimiz,“Yalan yere edilen yemin, malın sürümünü artırır ama bereketi yok eder.” buyururken iş ahlâkımızı da şekillendirmektedir. Çarşıda, “Allah bereket versin! Bereketini gör! Kesene bereket! Bereketli olsun!” diye dua ederiz. Oysa Yüce Yaratan'ın öbür dünyada yalan yere yemin edenin yüzüne bile bakmayacağı ve onunla konuşmaya tenezzül etmeyeceği düşünüldüğünde, belki de dürüstlük, ticaret için edilecek en tesirli bereket duasıdır. Bu noktada da Resûlullah'ın müjde ve ikazı karşılar inananları: “Alışverişte bulunanlar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece kararlarını değiştirme hakkına sahiptirler. Eğer doğruyu söyler ve (malın ayıbını) açıkça dile getirirlerse, alışverişlerinde kendilerine bereket ihsan edilir. Ama yalan söyler ve kusurları gizlerlerse alım satımlarının bereketi yok olur gider.”
Onun sünneti toplumda bereketli bir kültür, âdeta bir bereket kültürü inşa eder. Bereket dolu duaları kimilerinde ticaret için, kimilerinde rızkın genişlemesi için ve hatta kimilerinde yeni kurulan bir ailenin huzuru içindir. Zaten tebrik de “Allah mübarek etsin.” demek değil midir?
Şimdi tekrar başa dönelim ve soralım: Nedir Hakîm b. Hizâm'ın belki keşfettiği, belki sezdiği, ama mutlaka hayatına yansıttığı sır? Daha önemlisi bu sırrın kapılarını aralamak için kendimizde neleri değiştirmek gerekir? Peygamber Efendimiz berekete dair ipuçları verirken, bereketin nerede ve nasıl saklandığını öğretirken, aslında o gün olduğu gibi bugün de hiç beklemediğimiz, ummadığımız ve aklımıza gelmeyecek noktalara dikkat çekmektedir. Berekete dair o gün yaşanan olaylar, örnek alınarak hayatımıza yansımayı beklemektedir. Ahlâkî erdemlere sahip olmakla bereket arasında ne kadar sıkı bir bağ olduğunu görebilmeyi, bereketin öncesinde ve sonrasında doğru adımlar atabilmeyi öğütlemektedir. Resûlullah'ın hayatında yaşanan bereket hadiseleri, o güne münhasır olmadıklarını, aksine bugüne uzanan mesajlar olarak okunmaları gerektiğini fısıldamaktadır. Dolayısıyla yoksula, borçluya, darda kalmışa yardım, misafire ikram ve zor günde el ele vermek gibi hasletler her çağda bereket ile ödüllendirilmeyi beklemektedir.
Bereket, saymamaktır, hesaplamamaktır, açgözlülükle kaşığı daldırmamaktır. Bereket, aldığında değil verdiğindedir; bereket, ötekini kendine tercih etmektir. Kur'an ve Son Nebî (sav) bize çok basit olmasına rağmen mantığımıza aykırı gibi duran bir bereket kuralını öğretmektedir: Sahip olduklarının artmasını istiyorsan, onları artırmaya ve saklamaya bakma; aksine azaltmaya, dağıtmaya ve paylaşmaya bak! Çünkü mal, ilim, rızık ve sevgi, almakla değil vermekle artar. Çünkü sadece verebildiklerin gerçekte senindir; vermediklerini, veremediklerini tüketmişsindir; bir yandan onlar tükenmiştir, bir yandan da onlar seni tüketmektedir. Bereket, sahip olduklarının esaretinden kurtulduğunda ulaştığın gönül huzurudur. İsraftan, hırs ve tamahtan, nimete karşı nankörlükten, sahtekârlıktan ve abartılı bir rızık endişesinden uzaklaştığında berekete yaklaşmışsındır.
Ve Sevgili Peygamberimiz, bereketin bizim bakışımızla, tutumumuzla, hayat tarzımızla ilgili olduğunu asla unutmayalım diye, her namazımızda okuduğumuz üzere salavâtı, bereket duasıyla yapmayı bize öğretir:
“Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke Hamîdün Mecîd.” (Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine bereket ver! Tıpkı İbrâhim'e ve İbrâhim'in ailesine bereket ihsan ettiğin gibi! Kuşkusuz sen övgüye en lâyık ve şanı en yüce olansın.)
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
(Bütün bunları) Allah, kendilerini yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın ve lütfundan onlara daha da fazlasını versin diye (yaparlar). Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. (Nur,24/38)
GÜNÜN HADİSİ:
İbn Abbas’ın (r.a) naklettiğine göre, Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri yemek yediği zaman, ‘Allah’ım, bu yemeği bizim için bereketli eyle ve bize bundan daha hayırlısını yedir’ desin.” (Ebu Davut, Eşribe, 21)
GÜNÜN DUASI:
Günümüz hayırlı ve bereketli olsun. Allah’ım! Günahımı bağışla, evimi, yurdumu geniş ve rahat eyle ve rızkımı benim için bereketli eyle.”
BİR SORU? BİR CEVAP:
SORU: Fidye nedir hangi durumlarda gerekir?
CEVAP: Fidye, bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel demektir. Dinî bir terim olarak ise, oruç ibadetinin eda edilememesi sebebiyle veya hac ibadetinin edası sırasında işlenen birtakım kusurların giderilmesi için ödenen maddi bedeli ifade eder.
Kur’an-ı Kerim’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu fidye öder.” (Bakara, 2/184) buyrulmaktadır. Buna göre ihtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, daha sonra bu oruçları kaza etme imkânı bulamazsa, her gününe karşılık bir fidye öder (Serahsî, el-Mebsût, III, 100; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 395-397). Öte yandan Şâfiîlere göre Ramazan ayının kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar (Nevevî, el-Mecmû’, VI, 364; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 645).
Şâfiî mezhebinde fidye ödeme yükümlüğünün ortaya çıktığı bir diğer mesele de gebe ve emzikli kadınlarla ilgilidir. Emzirme ve hamilelik sebebiyle çocuğunun sağlığı hakkında endişe duyan annelerin, oruç tutamadıkları günleri hem kaza etmeleri hem de fidye vermeleri gerekir. Fakat çocuk hakkında değil de kendileri hakkında endişe ederlerse o zaman sadece kaza gerekir (Nevevî, el-Mecmû’, VI, 267).
Hac ve umre ile ilgili görevler yerine getirilirken meydana gelen bazı eksiklikler için uygulanması gereken maddi yaptırım da fidye kapsamına girer (Bakara, 2/196). Bir fidye, bir kişiyi bir gün doyuracak yiyecek miktarı veya bunun ücretidir. Bu da “sadaka-i fıtır” ile aynı miktarı ifade eder. Bu, fidyenin asgari ölçüsüdür. İmkânı olanların daha fazla vermesi daha iyidir (Bakara, 2/184; Merğînânî, el-Hidâye, II, 270).
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: İsmail BASRI
DİN HİZMETLERİ UZMANI