"Günahın da, sevabın da lök gibi olmalı"
Fethi Gemuhluoğlu
Tanpınarın Huzur romanı için en doğru tanımlama, bir tereddüdün romanıdır. Roman için en doğru nitelendirme böyle bile olsa, bana kalırsa yazar o romanında değişerek devam etmenin; mazi, hal ve gelecek arasında mutedil bir denge kurmanın peşindedir. Bunun ne kadarını başarıp başaramadığı sadece kendisinin değil, kendisinden sonra gelen nesillerin de daimi problematiği olmuştur.
İtidal ve adalet kavramları, aynı kökten gelme doğrusal ilişkili kavramlardır. Pozitif çağrışımlı bu kavramların herkeste yaptığı çağrışımlar farklı olduğundan bunları kullanan herkesin, özde de aynı şeyi kastettiğini söylemek mümkün değildir. Orada bile birbirinden çok farklı çizgi ve istikametler bulunabilir. Buna bir de, bir geçiş devrinin diğer handikapları ilave edilince işin seyri daha da değişiyor.
Tereddüt devirleri ki geçiş devirleridir, her zaman tereddütlü tipler doğurur. Kendilerine sorarsanız, cem makamında olduklarını sanırlar. Bütün zıtları şahsında toplamış olduklarından dem vurmasalar bile, sınırları ve etkilerini tayin edemedikleri sahillerde dolaşırken, muhataplarını yoklayarak bir tür el yordamıyla denge kurmaya, daha doğrusu durumu kurtarmaya çalışırlar.
Bu tavrın sahiplerine genelde siyasetçilerimiz arasında rastlayabilirsiniz. Bunun daha da renkli olanlarını bürokrasinin farklı kesimlerinde bulabilirsiniz. Burada da ipler başkasının elinde olduğundan, ipin sahibine göre davranış geliştirme çabasındaki tipler, bir türlü kendisi olamaz. Zamanla şahsiyet zaafı bir karakter hâlini almaya başlar.
Bunun bir üst tabakasında olanlar ise, bir öncekilere göre, daha yetenekli, daha doğrusu dengeyi kurduğunu sanan tiplerdir. Bunlar kendi içlerinde yaşattıkları çelişkileri, bırakın başkalarına, kendilerine bile hissettirmemeye özen gösteren son derece ketum tiplerdir. Fakat burada da, hem muhatapları, hem de kendilerinin bir türlü adını koyamadıkları yarım davranışlardan kaynaklanan güven eksikliğinin doğurduğu çelişkiler vardır.
Ne kendileri muhataplarına tam güvenir, ne de muhatapları kendilerine güven duyar. Güvendiklerini söyledikleri de, tam olarak güveni hak etmiş kişiler değildirler. Bendeniz bu tür davranışların kaynağını, kökleri geçmişte olan ve kişinin bir türlü yüzleşmeye cesaret edemediği derin bir travmadan, ya da tekrarlana tekrarlana kişilikte derin izler bırakan idareci davranışlardan aldığını düşünüyorum.
Bunun sosyo-politik alandaki en temel sebeplerinden biri, Yakup Kadrinin Panorama kitabında detaylı şekilde anlatılan antidemokratik siyasal yapıdır. Sürekli sığaya çekilme, ya da gözden düşme korkusuyla yaşayan bir cemiyette, şahsiyet zaafının yaygın hâle gelmesi kaçınılmazdır. Problemin temeli, insana değer vermeyen, onu adeta bir böcek gibi gören bu yapının kendisidir.
Bana göre travmanın en temel sebeplerinden biri de, insanları rüzgârgülüne çeviren öngörülemez ilişkiler biçimidir. Cemiyetin her kesimine adeta kanserli bir ur gibi sirayet eden bu yapı, insan onurunu zedeliyor. Böylesi bir yapı asla kahraman üretemez. Üretse üretse, sahibi adına ses veren zavallı bir mahlûk üretebilir.
Tereddütlü tiplerin birbirleriyle girdiği ilişkiler de, nihayetinde bir gölge oyunundan öteye gidemediği için, sonuçta sanal bir âlemdeki vehimler, korkular, yakıştırmalar, kestirmeler, dedikodular, kumpaslar vb. kumkumalar içinde, insan varlığımızı törpülüyor, sonu gelmez gelgitlerle onu kendi kendinin kurdu hâline getiriyor.
Kendimize dost olmazsak, yaratılışa ihanet etmiş oluruz. Bunun da ölçüsü, kendimize karşı dürüst olmaktan geçiyor.