Napolyon, “Başka ordular için müdafaanın bittiği zaman, Türk ordusunun hücumu başlar” diyor. Çanakkale savaşında Mehmetçik bu vasfını; bir kere daha, –kimsenin itiraz edemeyeceği bir hakikat olarak– dünyaya gösterdi ve kabul ettirdi. Milletine eşi bulunmaz bir güven ve itibar kazandırdı.
Erzaksız, silâhsız, giyimsiz, talimsiz, –bir kısmı çocuk– yorgun az bir güç; iyi beslenen, tam teçhizat silâhlı ve donanımlı, teknik imkânlarla mücehhez, talimli ve hazırlıklı, savaşacak çağda seçme ve sayıca misliyle fazla askerden meydana gelen dinamik orduyu yendi. Niçin savaştığını bilen iman; nefsanî ve dünyevî hırslar için dövüşenlere galebe çaldı. Madde üstünlüklerine güvenip “Sabah boğazda asker çıkartmaya başlarsak akşam çayını İstanbul’da içeriz” (Çörçil) diye böbürlenenleri acze düşürdü. Vatanını savunma haklılığı ve “Çanakkale’yi savunmak İstanbul’u, Mekke’yi, Medine’yi; İslâm’ı ve İslâm dünyasını savunmaktır; bu sebeple vatan, Çanakkale’dir” azmi; “Çağımızın ekonomik zaferlerinin birinci şartı, İstanbul’u Türkler’den almaktır. Her ne pahasına olursa olsun. Bu kayalıklar, Osmanlı Sultanı’nın kara kalbine hançerin saplanacağı en ideal yerdir.” (Çörçil) diyen sömürgeci bâtılın suratına “Osmanlı tokadını” patlattı.
Türk’ün (dolayısıyla İslâm’ın) başkentine “hançeri” saplayıp, İslâm ülkelerini yerle bir etme, İslâm Âlemini köle yapma ve İslâm’ı yeryüzünden kazıma plânlarıyle gelenler; bir gece sessizce başı yerde sıvışmak ve kaçışlarını başarı gibi göstermek onursuzluğuna düştüler. Habibi’nin adaşı Mehmetçik’i Allah; muzaffer kılmış ve yüceltmişti. Bu lütfun püf noktasını da düşmanlarına söyletti: “Evet, insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiç bir ordu, bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece-gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı Allah'larından ayırmak için başka ne yapılabilir? Bizi Türkler’in maddî gücü değil, manevî gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik.” (Hamilton). Çekilmek zorunda kalışlarını Avam Kamarası’nda (Çörçil) şöyle açıklıyor: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allah’la harbettik. Tabiî ki yenildik…”
Bir müdafaa harbi, meydan savaşından üstün zafer olmuştu… Görülmüş şey değildi… Olacak şey değildi… O kadar muhteşemdi ki zafer; idraklerimiz kamaştı. Kimisi Mehmetçik’i, sahabeye denk görmeye kalkıştı, kimisi sıradan bir müdafaa sandı… Bir faniyi yüceltmeye fırsat sayanlar… Aşksız hamaset köpürtenler… Düşman askerlerini, Mehmetçik’le kır gezisine çıkmış gibi aynı potaya koymaya yeltenenler… Daha neler neler… İhtişamı anlamak zamana yayıldı… Hâlâ tam olarak araştırılmış, künhüne vakıf olunabilmiş değil.
“Çanakkale Destanı”, Türk’ün; müdafaanın bittiği, küfrün son hamleyi yapacağı zamanda; bütün plânları bozan taarruzunun destanıdır. Uzaktan heybetli, vakarlı ve zarif İstanbul silueti seyreder gibi… Bir asırdır Çanakkale destanını, her yıl artan bir heyecanla, her yıl biraz daha iyi anlayarak, takdir ve hayranlıkla okuyoruz… Destanın tesiri, kendisiyle beraber, pek çok şeyin anlaşılması halinde, devam ediyor…