Peygamberliğinin Mekke döneminde Hz. Muhammed kendisine inananlarla birlikte birçok sıkıntıyla karşılaşmıştı. Müminlerin bir kısmı çektikleri sıkıntılar yüzünden Habeşistan'a hicret etmek durumunda kalmıştı. Fakat bütün güçlüklere rağmen insanların Hz. Peygamber'in davetine olan ilgisi günden güne artmış, İslâm dini, kendisine Mekke dışından da taraftar bulmaya başlamıştı.
Medine'den on iki kişilik bir grup, hacıların şeytan taşladıkları bölgedeki Akabe Boğazı'nda Hz. Peygamber'le görüşmüş, bir sonraki yıl ise yetmişten fazla Medineli Hz. Peygamber'e biat ederek ona bağlılıklarını bildirmişlerdi. Ancak inananların sayısının artmasına rağmen Mekke'deki bu zulüm ortamı şiddetini artırarak devam ediyordu.
İlk Akabe Biati'ne katılan on iki kişiden birisi olan Abbâs b. Ubâde şöyle demişti:
“Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, eğer istersen biz yarın Minâ halkına saldırıp hepsini kılıçtan geçiririz!”
Bu sahabi akabe beyatlarından sonra bir daha Medine'ye geri dönmeyerek Hz. Peygamber ile birlikte Mekke'de kalmaya başlamış ve daha sonra Mekke'den Medine'ye hicret ederek hem ensardan hem de muhacirlerden bir sahâbî olma şerefine ulaşmıştı.
İkinci Akabe Biati'nde Medineliler Hz. Peygamber'i her şart altında koruyacaklarına dair söz vermiş ve bundan rahatsızlık duyan Mekkeli müşriklerin muhtemel saldırısı karşısında ensar adına Abbâs b. Ubâde Sevgili Nebî'ye böyle destek vermişti. Fakat Hz. Peygamber, Abbâs b. Ubâde'nin fiilî cihad teklifine,
“Ben (henüz) bununla emrolunmadım.” buyurarak olumsuz yanıt vermişti.
Medineli Müslümanlar Hz. Peygamber'i ve inananları koruma ve onlarla birlikte yaşama arzusunu dile getirip Hz. Peygamber'e bir başka teklif daha yapmış ve kendileri ile birlikte Medine'ye hicret etmesini istemişlerdi. Güç kullanarak yapılacak fiilî cihada izin vermeyen Sevgili Peygamberimiz, Medinelilerin hicret teklifini kabul etmiş, müminlerle birlikte Medine'ye göçmüştü.
Baskı, şiddet, işkence ve abluka altında yaşanan bunca yılda inen birçok Kur'an âyeti, Hz. Peygamber'e daima sabretmeyi, müşriklerden yüz çevirmeyi tavsiye ve telkin etmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber ve çevresindeki mazlum sahâbîler, sabır ve direnişle hayatta var olabilme mücadelesini kazanmanın gayreti içerisinde olmuşlardı.
Zulme uğradıklarıhâlde sabır ve sebat ile dilleri döndüğünce inançlarını anlatıp kendilerini ifade etmeye çalışan Müslümanlar hicret ile birlikte Medine'de kendilerine ait bir yerleşim merkezine ve Hz. Peygamber'in lideri olduğu bir şehir devleti yönetimine kavuşmuşlardı.
Ancak hicretin ilk yıllarında inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için kendilerine hücum edenlere karşı cihad etmekle emrolunmuşlardı:
“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah'ın gücü onlara yardım etmeğe yeter.” (Hac, 22/39.)
Bu emir, cihadın toplumsal bir yükümlülük olduğunu en açık bir şekilde ortaya koymuş ve müminler için gerektiğinde savunma savaşı yaparak dinlerini ve toplumsal yapılarını koruma yolunu açmıştı.
Cihad Türleri:
Savaş, cihadın etkili bir şekli idi. Fakat bununla birlikte cihad sadece silahlı mücadeleden ibaret de değildi. Kişinin, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde yaşamak için çaba sarf etmesi, elinden gelen tüm imkânlarını seferber etmesi, tevhid inancını tüm dünyaya duyurması, insanlarla Allah arasındaki her türlü engeli kaldırmak için çalışması, iyiliği emredip kötülükten sakındırması... Bunların her biri Allah yolunda yapılan bir tür cihad idi.
Aslında cihad, İslâm'ın indiği topluma yabancı bir sözcük değildi. Araplar düşmana karşı söz ve eylem ile gücü yettiği oranda mücadele etmeyi ifade için bu sözcüğü kullanıyorlardı. Ancak bu mücadele kabilenin çıkarları veya kişisel çıkarlar için ve çoğu kez, öfkeyle, ölçüsüz güç kullanılarak yapılırdı. Fakat İslâm, cihad sözcüğüne yeni bir anlam yüklemiş ve kişisel çıkarları bir kenarda tutarak Allah rızasını ön plana almış, böylece cihada mânevî bir anlam, ruh ve ideal katmıştı.
Buna göre gerçek anlamda cihad Allah'ın rızasını kazanmak ve Allah'ın hak mesajını üstün tutmak amacıyla yapılırdı. Bu ise bazen mal bazen el bazen dil ve gerektiğinde can ile Allah yolunda mücadele etmek anlamına geliyordu.
Kişinin Kendi Nefsiyle Cihad Etmesi:
Bu mücadele öncelikle insanın kendi nefsi ile olan cihadı ile başlıyordu. Çünkü Yüce Rabbimiz,
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” (Tahrîm, 66/6.) buyuruyordu.
Müslüman'ın nefsi ile olan cihadı, dinî konulardaki cehaletin giderilmesi ile başlar. Kişinin İslâm'ı en güzel şekilde öğrenip hayatını ona göre tanzim etmesi cihadın bireysel boyutunu teşkil etmektedir. Fakat dinin emir ve yasaklarının öğrenilmesinin yanında bunların uygulanmasında insanın karşılaşacağı birtakım zorluklar da vardır. Bunların başında ise insanı kötülüğe sevk eden nefis14vardır.
Bunun için Peygamber Efendimiz,
“...Mücahid, Allah'a itaat yolunda nefsi ile cihad edendir...” buyurarak nefsin arzuları ile baş etmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Dünyanın, insanı aldatan her türlü meşgalesini bir kenara bırakıp Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşayabilmek gerçekten de kolay bir iş değildir. İşte kişi, kendi nefsi ile olan cihadında başarılı olabilirse, o zaman İslâm düşmanlarına karşı olan cihadında da zafer elde edebilir.
Toplumsal Cihad:
İnsanın nefsine karşı yürüttüğü cihadın yanında bir de toplumsal cihaddan söz edilebilir. Bu cihad, İslâm'ın, en yakından başlanılarak topluma anlatılması, tebliğ ve irşad ile yerine getirilir. Tıpkı Hz. Peygamber'in peygamberliği boyunca, Yüce Rabbimizin, “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et...” (Nahl, 16/125.) ve “O hâlde kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad et!” ( Furkân, 25/52.) emirleri gereği İslâm'ı en güzel şekilde anlattığı gibi... Hz. Peygamber'den sonra da aynı azim ve kararlılık ile tebliğ ve irşad faaliyetlerini sürdürmek her Müslüman'ın görevidir.
Cihadın bu şekli, kişinin öncelikle sorumlu olduğu ailesinin eğitimini hakkıyla yerine getirmesi ile başlar. Her mümin, ailesinin güzel bir şekilde eğitilmesini sağlarsa toplumun cehaleti de büyük oranda ortadan kalkmış olur. İşte bu, insanın ailesini hem dünyada, hem de âhirette korumaya yönelik yaptığı cihaddır.
Dil İle Cihad:
Peygamber Efendimizin, “Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihad edin.” hadisi, gerektiğinde dilin de, malın da cihad için kullanılabileceğini ifade etmektedir.
Peygamberimizin ifade ettiği dil ile cihad çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim şiir okumanın çok önemli olduğu bir dönemde Peygamberimizin Hassân b. Sâbit, Abdullah b. Revâha ve Kâ'b b. Mâlik gibi şairleri, şiirlerini Allah yolunda cihad için bir vasıta olarak kullanmıştır.
Aynı şekilde o, “En değerli cihad, zalim yöneticinin karşısında doğruyu dile getirmektir.” buyurmuştur.
İslâm'ın anlatılmasının söz ile olan şeklinden daha etkili bir şekli daha vardır ki o da, İslâm'ın hâl ile anlatılmasıdır. Müslüman'ın her hâlinin İslâm'a uygun olması, bir nevi İslâm'ın canlı bir numunesi olması... Her hâliyle İslâmî bir yaşantıya sahip olan mümin, Müslümanlara atfedilen yanlış imajın ortadan kalkmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Mal İle Cihad:
Hz. Peygamber'in ifade ettiği gibi cihadın bir şekli de mal ile yapılan cihaddır. Bu bağlamda, yeri geldiğinde bir mücahide teçhizat sağlamak ya da bir askerin geride bıraktığı ailesine göz kulak olmak da cihad kapsamında ele alınmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz, “Her kim Allah yolunda savaşacak bir askeri (savaş için) donatırsa kendisi de savaşmış gibi olur. Kim de Allah yolunda savaşa çıkan gazinin arkasından ailesine iyi bir şekilde göz kulak olursa o da savaşmış gibi olur.” buyurmuştur.
Savaş:
Cihadın diğer bir şekli ise savaştır. Milletin inancı, varlığı, vatanı, bekası ve hürriyeti için yapılan silahlı mücadeledir. Düşman işgaline uğrayan vatan ve millet varlığının kurtuluşu için yapılan Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı gibi. Cihadın bu boyutu, her asırda olduğu gibi asrımızda da barışın sağlanabilmesi, dinin, vatanın, nesillerin korunabilmesi, herkesin dinini özgürce yaşayabilmesi için son çaredir.
Fakat savaş sadece silahlı mücadeleyi içeren sıcak savaştan ibaret de değildir. Politik, teknolojik, ekonomik ve psikolojik savaş gibi soğuk savaş yöntemleri de bulunmaktadır. Bunlardan, özellikle medya vasıtasıyla yürütülen psikolojik savaş bu savaş türlerinin her birinin tamamlayıcısı ve belki de en etkilisidir.
Müslümanların, bu savaş yöntemlerinin hepsi hakkında uzmanlaşması cihadın çağımızda gerektiği gibi yerine getirilmesi açısından son derece önemlidir. Özellikle İslâm karşıtlarının, korkutma, iç karışıklık çıkarma, Müslümanları âciz, tembel ve miskin olduklarına inandırma, yalan ve uydurma haberlerle İslâm'ı yanlış tanıtma gibi psikolojik savaş yöntemleri ile sindirme politikaları karşısında Müslümanların bilinçli olması gerekmektedir.
Müslümanların ordusuyla ve caydırıcı bir güç olan silahlı kuvvetleriyle her an savaşa hazır olması, İslâm'a ve Müslümanlara karşı tehdit oluşturan unsurları caydırmaya yönelik bir tedbirdir. Yüce Rabbimiz bu hususu, Hz. Peygamber dönemindeki askerî güç ve imkânları hatırlatarak şöyle ifade etmektedir:
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başkasizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” (Enfâl, 8/60.)
Yüce Rabbimizin bizlere savaşa hazırlık yapmamız konusundaki bu emrindeki “savaş atları hazırlama” ifadesi sembolik bir ifadedir. Çağımızdaki karşılığının ise her türlü savaş stratejisi, sıcak savaş için düşmana karşı caydırıcılık özelliği taşıyan gerekli modern silahların yanında soğuk savaş için kullanılan internet, televizyon, radyo gibi basın yayın araçları, çeşitli okullar, üniversiteler gibi araçlar olduğu düşünülebilir.
Cihad’ın Önemi ve Fazileti:
Peygamber Efendimiz, böylece çeşitli şekillerde yapılabilecek olan cihadı, İslâm'ın yaşayabilmesi ve yayılabilmesi için çok önemli görmüştür. Nitekim Ebû Zerr'in kendisine yönelttiği, “Hangi amel daha faziletlidir?” şeklindeki soruya,
“Allah'a inanmak ve O'nun yolunda cihad etmek.” buyurmuştur.
Cihada o kadar önem vermiştir ki kendisine biat etmek için gelenlere bağlılık yemini kapsamında yapmaları gereken vazifeler arasında cihadı da saymıştır.
Rebîa kabilesine mensup bir muhacir olan Beşîr b. Hassâsiye de bağlılığını sunmak üzere Hz. Peygamber'e gelenlerdendi. Sevgili Nebî ona Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılıp zekât vermek, hac ibadetini yerine getirmek, Ramazan ayında oruç tutmak ve Allah yolunda cihad etmek koşulu ile kendisinden biat alacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Beşîr b. Hassâsiye,
“Ey Allah'ın Elçisi! Bunlardan ikisine vallahi gücüm yetmez: Cihada ve zekâta. Çünkü savaşta sırtını dönüp kaçanın Allah'ın gazabına uğrayacağını söylüyorlar. Ben ise savaş meydanında hazır bulunursam içimi bir korku kaplar ve nefsim ölmeyi istemez. Sadakaya gelince, vallahi benim malım, küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Bunlar da ailemin geçim kaynağı ve bineğidir.” karşılığını verir.
Bunun üzerine Hz. Resûl onun elini tutup sallayarak,
“Cihad yok, zekât yok... O hâlde cennete nasıl gireceksin?” buyurur. Hz. Peygamber'in bu kararlılığını gören İbnü'l-Hassâsiye, “Ey Allah'ın Resûlü! Sana biat ediyorum.” der ve Allah Resûlü'nün saydığı bütün şartlar üzerine biat eder.
Hz. Peygamber cihada o kadar önem vermiştir ki cihaddan kaçınmayı mümin olmakla bağdaştırmamış ve
“Allah yolunda savaşmadan yahut da bunu (en azından) gönlünden geçirmeden ölen kimse bir çeşit münafıklık üzere ölür.” buyurarak böyle bir kimsede münafıklık alâmetleri gördüğünü bildirmiştir. Çünkü cihaddan kaçmak milletin inancı, istiklâli ve bekası için mücadelede memleket evlâtlarını yalnız bırakmak mânâsı taşır.
“Sabah ya da akşam, Allah yolunda (yapılacak) bir sefer, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır.” buyuran Sevgili Nebî bulunduğu her ortamda ve bulduğu her fırsatta cihadın faziletinden bahsediyor ve “...Ümmetime sıkıntı vermeyecek olsaydım, cihada çıkan hiçbir askerî birliğin arkasında oturup kalmazdım. Allah yolunda öldürülüp diriltilmeyi, ondan sonra öldürülüp diriltilmeyi, ondan sonra öldürülmeyi ne kadar isterdim!” ya da
“Allah, yalnızca kendi yolunda cihad etmek ve O'nun sözlerini (Kur'an'ı) doğrulamak üzere cihada çıkan kimseyi cennete sokmaya veya çıktığı evine sevap ve ganimet ile döndürmeye kefil olmuştur.” gibi ifadeler ile cihadın önemine vurgu yapıyordu.
Allah yolunda mücadeleyi gündeminden çıkaranları,
“Allah yolunda (cihada dair) bir iz taşımadığı hâlde ölen kimse kıyamet günü kendisinde bir eksiklik bulunarak Allah'ın huzuruna çıkar.” diyerek uyarıyor ve bir özrü yokken dünyaya dalıp cihadı terk edenlerin bu durumdan vazgeçmedikleri sürece bir gün mutlaka aşağılanmayla karşı karşıya kalacaklarının altını çiziyordu.
O zamanlar daha küçük bir çocuk olan Nu'mân b. Beşîr, bir cuma günü minberin yanı başında Hz. Peygamber'i beklerken bu tarz bir konuşmaya tanık olmuştu. Bir adam, “Müslüman olduktan sonra hacılara su verme dışında hiçbir iş yapmamış olsam aldırış etmem.” derken diğeri, “Ben de Müslüman olduktan sonra, Mescid-i Harâm'ı onarmak dışında hiçbir iş yapmamış olsam aldırış etmem.” karşılığını vermişti.
Zira sikâye ve imâre diye isimlendirilen bu görevleri üstlenmek o dönemde kişilere çok büyük şeref ve saygınlık kazandırmaktaydı Bu iki şahsın konuşmasını dinleyen bir başkası, “Allah yolunda cihad etmek sizin söylediklerinizden daha faziletlidir.” diyerek tartışmaya katılmıştı. Orada bulunan Hz. Ömer, “Rasûlullah'ın (sav) minberinin yanında sesinizi yükseltmeyin. Bugün cuma. Cuma namazını kıldıktan sonra (Hz. Peygamber'in) huzuruna girer, ihtilâfa düştüğünüz şey hakkında kendisine danışırım.” diyerek bu tartışmaya engel olmuştu. Bu olay üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:
“Hacca gelenlere su vermeyi ve Mescid-i Harâm'ı onarmayı, Allah'a ve âhiret gününe inanıp Allah yolunda cihad eden kimse ile bir mi tutuyorsunuz? Onlar asla birbirine denk olmazlar. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/19)
Bir Peygamber olarak Hz. Nebî sadece dostlarını cihad için yüreklendirmiyor bizzat kendisi cihad için yola çıkan orduya komutanlık ediyordu. Onu Bedir'de ordusunun başında ve onların zaferi için dua ederken, Uhud'da ümmetini yüreklendirmek üzere yanı başında düşmana ok atan Sa'd b. Ebû Vakkâs'a,
“At! Anam babam sana feda olsun!” derken görüyoruz.
Huneyn gününde, Hevâzin kabilesinin okçularının ok yağdırdığı esnada Nebî (sav) cesaretle ortaya çıkıp,
أَنَا النَّبِىُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ
“Ben Peygamber'im, bu yalan değil. Ben Abdulmüttalib oğluyum!” diye hak davasını dost düşman herkese karşı bütün yürekliliği ile haykırıyordu.
Cihadda İhlas:
Cihadda göz önünde bulundurulması gereken en önemli husus, cihadın Allah rızası için yapılması gerektiğidir. Nitekim Ebû Ümâme el-Bâhilî isimli sahâbînin bulunduğu bir mecliste adamın biri Sevgili Peygamberimizin huzuruna gelerek, “Hem sevap hem de şöhret için savaşan bir adam hakkındaki görüşün nedir? Bu adam ne kazanır?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Hiçbir şey kazanamaz.” cevabını vermişti. Ancak adam ısrarla sorusunu üç defa tekrarlamış bunun üzerine Hz. Peygamber, “Hiç şüphe yok ki Allah ancak samimi bir şekilde ve kendi rızasını kazanma niyeti ile yapılan ameli kabul eder.” buyurarak karşılık vermişti.
Hz. Peygamber'in başarılı komutanlarından Amr b. Âs'ın oğlu olan Abdullah b. Amr, “Ey Allah'ın Elçisi, bana cihadı ve gazâyı anlat...” diyerek cihadı en iyi şekilde kavrama arzusunu dile getirmişti. Nebî (sav),
“Ey Abdullah b. Amr! Eğer sen sabrederek ve sevabını sadece Allah'tan bekleyerek savaşırsan, Allah da seni sabreden ve yaptığı mücadelenin karşılığını sadece Allah'tan bekleyen bir kişi olarak diriltir. Eğer gösteriş ya da övünmek için savaşırsan, Allah seni gösteriş yapan ve övünen bir kişi olarak diriltir. Yâ Abdullah b. Amr! Sen hangi hâl üzere savaşırsan Allah da seni o hâl üzere diriltir.” buyurmuştur.
Sonuç:
Cihad haksız bir saldırı ve yok etme mücadelesi değil, aksine savunma, Müslüman'ın vatanında kimliği ve kişiliği ile var olma ve kendi istiklâl ve bağımsızlığını koruma yanında zulme ve zalime karşı milletinin hukukunu savunma çabasıdır. Hakkı tutup kaldırmak ve yeryüzünde hakkın ve adaletin hâkim olmasını sağlamaya çalışmaktır.
Zulme ve zalime karşı hakkı savunmak bazen kalemle bazen kelâmla olur. An gelir mümineliyle gün olur malıyla Allah yolunda, kelime-i Hak için mücadele eder. Bu uğurda gerektiğinde canını ortaya koymak ise mücadelenin en üst seviyesidir. Ancak cihad yapmak eline silahı alıp körü körüne düşman üzerine yürümek de değildir. Bilinçsizce yapılan bireysel şiddet uygulamaları asla cihad değildir.
Son yıllarda görülen ve Müslümanlara mal edilen şiddet olaylarını, İslâm'ın mukaddes mefhumlarından bir olan cihad ile yan yana getirmek mümkün değildir. Hele hele din adına kimi aldatılmış insanların intihar saldırılarını caiz görmek, cihad kapsamında saymak hiç mümkün değildir. Bu kabil tedhiş hareketleri, ne İslâm'ın ve ne de insanlığın yüksek değerleri ile bağdaşır. Bunlar insanlığa karşı hunharca işlenmiş büyük cinayet girişimleridir.
Hz. Peygamber'in savaşa hazırlanan dostlarına,
“Ey insanlar düşmanla karşılaşmayı dilemeyin Allah'tan afiyet isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabırlı/dirençli olun ve bu durumda bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” şeklinde tavsiyede bulunması şiddet ve terör ortamının İslâmî bir zemine asla dayandırılamayacağını göstermektedir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
"Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size? Allah'a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır." (Saf, 61/10-11)
GÜNÜN HADİSİ:
Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "En değerli cihad, zalim yöneticilerin karşısında hakkı dile getirmektir.” (İbn Mâce, Fiten, 20)
GÜNÜN DUASI:
"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için bir sınama konusu yapma. Bizi bağışla ey Rabbimiz! Çünkü kudret ve hikmet sahibi olan ancak sensin." (Mümtehine, 60/5)
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Kaza namazının delili nedir?
CEVAP : Kur’an’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.s.) vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın. Onun keffâreti ancak budur.” buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamışlar; bunun üzerine “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” diye beddua etmiş ve ikindi namazını akşam ile yatsı arasında kaza etmiştir. Ayrıca Hayber Fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir
Beş vakit namazın farzı ve vitir namazı kaza edilir. Kazaya kalan sabah namazı, o günün öğle vaktinden önce kaza edilecekse sünneti de kaza edilir. Ayrıca öğle namazının dört rekâtlık ilk sünneti de vakit çıkmadıkça öğlenin farzından sonra kılınır. Öte yandan geçmiş namazlar, kazaya nasıl kaldıysa öyle kılınırlar, yani seferî olarak kaldıysa seferî, mukim olarak kaldıysa mukim gibi kaza edilir .
Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın, kasıtlı olarak terk edilen namazların kazası ile ilgili herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Fakat bu kasıtlı olarak terk edilen namazların kazasının gerekmediği anlamına gelmez. Zira, Ramazan’da kasıtlı olarak cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hem keffâreti hem de o günkü orucun kazasını emretmesi bir farz ibadetin kasıtlı olarak terk edilmesi durumunda da kazasının gerektiğine delildir. Öte yandan Hz. Peygamberin (s.a.s.) bir mazerete dayalı olarak vaktinde kılamadığı namazları kaza etmesi ve sahabeye de bu yönde emir buyurması dikkate alınacak olursa, mazeretsiz olarak terk edilen namazların kaza edilmesinin öncelikle gerekli olacağı sonucuna ulaşılır.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ