Çaldıran ve Mercidâbık zaferleriyle doğu ve güneydoğu Osmanlı hâkimiyetine girmiş, fitne ve fesat ocakları bir daha tütmemek üzere söndürülmüş, Türk birliği tamamlanmış ve sıra, İslam birliğinin tesisine gelmiştir. Bunun için, Orta doğunun ve Afrika’nın kalbi durumunda olan Mısır seferi mukadder oldu. Asmalar salkım salkım olgun üzümlerle, ağaçlar kırmızı elmalarla, nâdide meyvelerle dopdolu olan bağ ve bahçeler arasında uğurlanan ordu ilk molasını Gebze yakınlarında vermişti. Yavuz Sultan Selim Han, “Acaba askerim, sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparıp yer mi!” diye kendi kendine düşüncelere daldı. Bir müddet bu düşüncelerle tereddüt içinde kaldıktan sonra, yeniçeri ağasını huzuruna çağırdı ve: “Ağa! Fermanımızdır. Bütün yeniçeri, sipahi ve azap askerlerinin heybeleri yoklansın. Heybesinden meyve çıkan asker, derhal huzurumuza getirilsin” diye emretti. Yeniçeri ağası derhal harekete geçerek, saatlerce heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan Selim Han’ın huzuruna gelerek: “Hünkârım! Askerin heybelerini araştırdık hiç bir meyve bulamadık. Ağaçları, tevekleri inceledik koparılma izlerine rastlayamadık” dedi. Bu habere Sultan çok sevinmişti. Çünkü üzerindeki sıklet ve zihnindeki illet onu bîtap düşürmüştü. Derin bir nefes aldı ve: “Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun. Bana haram yemeyen bir ordu ihsan eyledin. Eğer askerlerim içinde bir tek kimse, sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yese idi, Mısır seferinden vazgeçerdim” diye söylendi. Sonra yeniçeri ağasına: “Çünkü ağa! Haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz” dedi ve ekledi: “Vaktiyle bütün dünyanın, alınması imkânsızdır dediği İstanbul’u dedemiz cennet mekân sultan Mehmet fethetmiştir. Biz de onun torunuyuz ve Mısır’ı Mevlâ’mızın izniyle alacağız. Zira İslam milletinin iki başlılığa tahammülü yoktur!” demekten kendini alamadı. Dediğini yaptı ve bu zaferle “Hilafet” ve “Mukaddes Emanetler” Osmanlılara geçmiş oldu. Ordu İstanbul’dan çıkalı tam iki sene olmuş ve artık geri dönüşe karar verilmişti. İstanbul halkı orduyu bekliye dursun, gösterişi hiç sevmeyen Padişah bir gece yarısı kimselere gözükmeden İstanbul’ a girdi...
Yavuz, bir gün veziri Pîri Paşa’ya: “Pîri lalam! Allah’ın izni ve yardımı ile fetihlerden fetihlere koştuk, nice hanlar, beyler, şahlar buyruğumuza boyun eğdi. Babamdan devraldığım 2.373.000 kilometre kare toprağımız 6.557.000’e çıktı, emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu vaziyette devletin zevâli olur mu?” Paşa cevap vermiş: “Yüce cetlerinizin koydukları kânun ve kâideler icrâ olunmazsa, rüşvet kapıları açılırsa, mansıplar ehline verilmezse, ilim ve ulemâ horlanıp, câhil cühelâ kollanırsa, milletin hamiyet, himmet, hizmet, gayret, izzet, iffet ve ülfet mülâhazaları yok edilirse, israf ve sefâhate râm olunursa, dost-düşman telakkileri bozulursa devletin yıkılması kaçınılmaz olur.” Beti ve benzi sararan koca Sultan avuçlarıyla gökyüzünü kucaklarcasına: “Yâ Rab! Bizi ve neslimizi koru!” diye duâ eyledi ve Paşaya ihsan ve ikramlarda bulundu...
Yavuz Sultan Selim Han’ın son günlerinde iki omuzu arasında kendisine sıkıntı veren bir çıban çıkmıştı. Küçümsediği bu çıbanı sıktırması neticesi yara azmış ve Sultanın hayatını tehdide başlamıştı. Koca Hükümdar derin derin içini çekerek: Bizim şimdi ahiretten başka seferimiz yoktur dedi. Bu sözler otağda bulunanları sonsuz bir eleme gark etti. Paşalar kederlerinden huzurda duramayarak dışarıya çıktıklarında,Yavuz nedimine döndü ve: Hasan Can bu ne haldir? deyince: Can dost Hasan Can: Sultanım, Mevla’ya yönelip,Mevla ile olacak zamandır. Dünyaya sığmayan yüce Sultan, behey çocuuuk, sen bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin! Allah’a yönelmemizde ne kusurumuzu gördün! Hasan Can: Ezilerek, büzülerek, hâşa Sultanım, anladığınız anlamda söylemedim.Yani, Allah’a sarılmalı, ona dayanmalı, sabretmeli manasında dedim dese de, aslında Yavuz doğruyu anlamıştı. Yatağında doğruldu, gerildi ve kendisine yakışan bir haşmet ve azametle dudaklarından şu mısralar dökülüverdi: Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzan / Beni bir gözleri âhuya zebûn etti felek... Ecdat dilinin tercümesi ayıp ama şöyle demektedir: Dünyanın kralları, benim hakimiyetimde tir-tir titrerken / Beni, ceylan gözlü bir Azraile esir etti felek dedi ve 1520 de Hakka yürüdü...
Tarihçi olmadığım halde, Tarihçilerimizin hoş görüsüne sığınarak, 22 Eylülde, vefatının 492. sene-i devriyesi münasebetiyle, mütevazı iki yazımızda, neslimizin gönlünde ma’kes bulur ümidiyle, onun birkaç kalem dillere destan, gönüllere mestan muazzez hatırasını yâd ettik, ruhu şâd, mekanı, makamı, makarrı firdevs cenneti olsun…Torunları, ona bir Fatiha okumayı lütfen ihmal etmesin…