CİN LÂMBADAN ÇIKTI...

ALİ ERDAL

Arap dünyasında meydana gelen hadiseler karşısında Batı, büyük bir şaşkınlık geçirdi. Halbuki tesirleri, güdümleri hattâ kontrolleri altındaki bir dünyada olup biten her şeyi bilmeleri gerekirdi. Maddeye hâkim olan onlardı, sömürdükleri dünya buna müstahaktı… Kendilerinden emindiler ve aldıkları tedbirler sayesinde düzen yıllardır devam ediyordu.

Babalarının tarlası gibi Ortadoğu’da ne güzel, ellerine cetvelleri almışlardı, sınırları menfaatlerine göre çizmişlerdi. Devletlerin isimlerini vermişler, rejimlerini tespit etmişler, başlarına aralarından seçtikleri muti adamları, hattâ hayatın her sahasına kadrolarını yerleştirmişlerdi. Batı’yı “ileri ve medenî” gören, derse muhtaç “geri kalmış” o coğrafyada her şey kontrol altında ve menfaatlerine uygundu… Sadece Ortadoğu’da değil, her yerde tezgâhları tıkır tıkır işliyordu. Amerika da şımarık patronu İsrail adına sofraya dâhil oldu. Ortadoğu hattâ dünya, maddede ve mânâda kontrol altındaydı. Her şey sömüren ve kontrol eden dünyanın, aralarındaki anlaşmasına ve uzlaşmasına bağlı olarak ne güzel gidiyordu.

Bu halimizi, Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) haber veriyor:

Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır. O zaman ne olacak sizin haliniz? Ashaptan biri Ey Allahın Resulü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)? diye sordu. Resûlullah (sav) “hayır, bilakis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu ‘mehâbeti’ (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize ‘vehn’ (zafiyet) atacak (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak)tır” buyurdu. Ashaptan biri “Ey Allah’ın Resulü! ‘Vehn’ nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber “dünya sevgisi ve ölüm korkusu” diye cevap verdi.

Yine Efendimiz (sav) halimizi haber veriyor:

Ebu Saîd el-Hudrî (ra) şöyle dedi: “Resulullah (sav): ‘Şüphesiz ki sizler, kendinizden önce gelen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına muhakkak uyacaksınız. O kadar ki şayet onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de muhakkak onların arkasından gideceksiniz.’ buyurdu. Biz: ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar Yahudilerle Hristiyanlar mıdır?’ diye sorduk. Allah Resulü (sa) ‘Başka kim olacak’ buyurdu.”

Deney laboratuarında elleri, ayakları ve dilleri bağlı insan, nasıl olmuştu da, zincirlerini kırmış, ağzının bandını çözmüştü? Daha mühimi, böyle yapmak gerektiğini nasıl akıl etmişti? Böyle bir rüşte nasıl ermişti? Bu hareketin, neyse ki, bir tesellisi vardı... İsyan; pencereden olanları seyreden efendiye karşı değil, despot görevlilere karşı idi. Bunun için Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan ve Ortadoğu’ya yayılması beklenen harekete hemen ve kolayca “diktatörler yıkılıyor” hükmü basıldı. Suçluluk duygusuyla Batı, şaşkına döndü… Daha doğrusu endişe içine girdi… Bu zamana kadarki “insan hakları, demokrasi” söylemlerine göre isyan edenlerin yanlarında olmaları gerekir; menfaatleri için ise diktatörleri ayakta tutmaları lâzım… Ayıkla pirincin taşını… Bu şaşkınlıkla, Avrupa’da aşağı yukarı her hareketin başlatıcısı olan Fransa; Dışişleri Bakanı ağzından, Tunus’ta önce diktatörün yalnız bırakılmayacağı yönünde beyanatlar verdi. Hemen ardından çark etti. Kuklalarını, akıbetlerini gördükleri için yalnız bıraktılar.

Batı, işgal orduları ile netice alamayacağını Haçlı seferlerinde öğrenmişti. Doğuyu, maddeye hâkimiyetin kendisinde olduğuna, dolayısıyla ilerleyebilmesinin onu takip etmeye ve ona tâbi olmaya bağlı olduğuna inandırdı. Ökseye tutulan Doğu, kölelik tasmasını Nobel ödülü gibi boynuna kendisi taktı. Kendisini bir kurtarıcı gibi sunan Batı’nın bir vehimden ibaret olduğunu anlamak için yıllar geçmesi gerekti. Burnu sürte sürte hissetti ki, Batı sömürgeciden başka bir şey değil.

Bizde başlayan Batı’yı kurtarıcı bilme vehmi, Tanzimat’ın ve arkasından bütün batılılaşma hareketlerinin, gelişme projelerinin lokomotifi oldu. Bir buçuk asrı aşkın zamandır, saçımızı taramaktan öksürmeye; düşünmekten yazmaya kadar her sahada; sokak anlayışından devlet idare etmeye kadar her şeyimizde idealimiz, örneğimiz, rehberimiz o oldu. Kendimizi inkâr o noktaya geldi ki, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in “Eskiyi unut” diye başlayan şiirleri ders kitaplarına girdi. Bir buçuk asır sonra, şapkasından tavşan çıkaracak sihirbazın asıl kendisinin kurtulmaya muhtaç olduğu hissedilir gibi oldu.

Şükür ki biz, tek parti diktasından demokratik hayata geçişle kurtulduk. Batı karşısında, “sen sensin, ben de benim” şahsiyetini kazanmak gerektiğini anlamak ve ona göre hareket etmek yolunda mesafe kat ettik. Bizimle dünyaya açılan, bizimle Batı ile karşılaşan, bizim arkamızdan Batı’ya hayran olan ve vehmine kapılan Arap dünyasında diktatörler, demokratik yolla alaşağı edilemedi. Diktatörlerin Batı özentisi ve iktidarda kalma hırsıyla yaptıkları zulümleri ve baskıları eninde sonunda bir yerden patlayacaktı. Hani bardağı taşıran son damla derler ya… Öyle oldu. “Vakit saat geldi” ve küçücük bir kıvılcım, kendisinden umulmayan sonucu doğurdu… Böyle bir birikim olmasa, benzer niceleri gibi kimsenin haberi olmadan söner giderdi. Öyle olmasaydı, halk Mısır’da, çektiği bunca sıkıntıya rağmen günlerdir sabırla direnmezdi.

İslâm dünyası uyanıyor… Son olaylar, bir buçuk asrı aşan uykudan yavaş yavaş uyanışın küçük bir parçası… Artık cin lâmbadan çıkmıştır…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.