Yarın, Diyanet İşleri Başkanlığımızın Kuruluşunun 88. sene-i devriyesi. Olmazsa olmaz kurumlarımızdan biri olan Diyânet İşleri Başkanlığı, Osmanlı döneminde din işlerini yürüten ve başında Şeyhü’l İslâm’ın bulunduğu ‘Şer’i ye ve Evkaf Vekâleti’ nin ilgâsı üzerine, 3 Mart 1924 senesinde kurulmuş, 1961 Anayasasının 154. Maddesiyle Anayasal bir kurum olarak düzenlenmiş, 1965 senesinde çıkartılan 633 sayılı kanunla yeni bir düzenlemeye kavuşturulmuş, görevleri de; ‘İslam Dini’nin inançları, ibâdet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek’ olarak belirlenmiştir.
Kuruluş keyfiyeti ve hizmet çerçevesi Anayasa ile tâyin ve tespit edilen bu güzide kurumun topluma sunduğu din hizmetinin bir ‘Kamu Hizmeti’ olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hep tartışıla gelmiştir. Unutulmamalıdır ki, bu ülkede yaşayan nüfusun kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Devlet de, bu ülkede yaşayan insanların devletidir. İslâmiyet’te ruhban sınıfı olmadığı için, devletten ayrı müstakil kilise teşkilatı gibi bir teşkilat bulunmamaktadır. Devletin, vatandaşlarının dini ihtiyaçlarını yok farz edemeyeceğine göre, diğer hizmet alanlarında olduğu gibi, din hizmeti ihtiyacını da doğrudan veya dolaylı olarak karşılamasından daha tabîi bir şey olamaz. Bundan dolayı, din hizmetleri alanında meydana gelen ve sosyal ihtiyaçtan kaynaklanan gelişmeleri ‘Devletin temel ilkeleri için tehlikeli bir gelişme’ olarak kabul etmek ve Anayasanın âmir hükmüne istinaden kanunla kurulmuş bir kamu kuruluşunu ‘Potansiyel Tehlike’ olarak görmek isabetli bir yaklaşım değildir. Şurası unutulmamalıdır ki, Türkiye’de din adamlarının devleti ele geçirip idare etme gibi bir düşüncesi olmamıştır. Tarihimizde de bunun örneği gösterilemez.
Laiklik noktasından hareketle günümüzde, artık ‘Laik devlette dini teşkilatın yeri yoktur’ diyerek, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesini isteyen ve din işlerinin tamamen cemaatlere bırakılmasını savunan fikirlerin sık sık gündeme getirildiği gözden kaçmamaktadır. Bu görüşe katılmak, huzurdan rahatsız olup huzursuzluk uğruna huzuru darağacında sallandırmak demektir. Din işlerinin cemaatlere bırakılması, kendi içlerinde dahi birleşememiş cemaatlerin her birinin ‘Benimki doğru’ zihniyetiyle ortaya çıkması ve camilerin cemaatler arasında paylaşılması sonucunu doğuracaktır. Bu menhus ‘sonucu’ merak edenler, bu ‘sonucun’ dramatik ve trajedik atmosferini yurtiçinde ve özellikle yurtdışında teneffüs edenlerden dinleyebilirler!
Bir tartışma konusu da, Diyânet İşleri Başkanlığının ülkemizdeki dînî gurupları ve cemaatleri temsil edip etmediğidir. Bu meş’um ve mevhum sözüm ona küf ve kof değerlendirmeler hiç şüphe yoktur ki, ülkemizde meçhul olmayan ‘birilerinin’ hatırına mâlum ‘birilerinin’ sun’î olarak ortaya attıkları siyâsî kısır argümanlardır. Kaldı ki, memleketimizde bulunan bütün dînî guruplar ve cemaatler inanç yönünden İslâm’ın temel akîdelerine inanmış zümrelerdir. ‘Filan guruplar ve cemaatler Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde temsil edilmelidir’ ifâdesini dile getirenler, ‘o filan gurupları ve cemaatleri İslam dışına çıkaran’ bir paradoks içine düşmektedirler. Hâlbuki İslâm dini ile ilgili işleri yürütmek ile görevli olan Diyânet İşleri Başkanlığı, zaten İslâm dairesi içerisinde olan gurupları ve cemaatleri de temsil etmektedir. O filan guruplar ve cemaatler bir mezhep olarak kabul ediliyor da, buradan hareketle Diyânet İşleri Başkanlığında temsil edilmesi isteniyorsa, burada da bir metot hatasına düşülüyor demektir. Çünkü Diyânet İşleri Başkanlığı, mezhep esası üzerine kurulmuş bir müessese değildir. Nitekim Başkanlıkta hiçbir mezhep temsilciliği yoktur. Diyânet, İslâm’ı mezheplere göre değil İslâm’a göre anlatmaktadır. Şu halde, Diyânet İşleri Başkanlığında, mezhep birimlerinin oluşturulması gibi bir uygulama, bizzat ‘Din adına’ mezhep çatışması sonucunu doğurmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ülkemizde, sırf dînî kaynaklı bir mezhep probleminin olduğunu hiçbir kimse iddia edemez.
Bu bakımdan, siyasî maksatlarla ve yapay gayretlerle bu milleti ‘şucu-bucu’ diye bölmeye, parçalamaya, ayrıştırmaya yeltenmemelidir. Zira insanlarımızın bölünmeye değil, birleşmeye, sosyal bütünleşmeye ihtiyacı vardır. Bu ise, farklılıkları ortaya koyarak değil, zenginliğimiz ve erdemimiz olan farklılıklarımızı reddetmeden bütünleştirici unsurları ön plana çıkarmakla mümkündür.