Son günlerde Türk kamuoyu, BDP’nin üstlendiği Demokratik Özerklik Bildirisi üzerinde yoğun bir tartışma sürdürüyor. Ülkede bütün kesimlerim demokratikleşme üzerinde ittifak ettiği bir geçiş döneminde, bölücü başının talimatıyla, sözde “sivil toplum örgütü” görünümündeki güdümlü bir yapı, toplumu germeye devam ediyor.
Yapılan istekler “insanî” ve “siyasî” olmak üzere, iki farklı düzlemde alınırsa, daha doğru bir analiz yapılabilir. Bir kere kişilerin ana diliyle konuşma istekleri kadar normal bir şey olamaz. Bu, doğuştan gelen “doğal haklar” kategorisine girer. Dolayısıyla doğal, insanî ve üzerinde hiçbir tartışma yapılamayacak bir hak olarak değerlendirilir.
İkinci kategoriye giren isteklerse, “sentetik”, “yapay”, “siyasi” ve insani haklar bağlamından çok daha farklı bir boyutta değerlendirilebilecek taleplerdir. Bunun ne anlama geldiğini, bu bildiriyi gündeme getirenler de pekâlâ bilir. Bunun üzerinde öyle derinlemesine düşünülecek bir taraf bulunmuyor.
Bu coğrafyada kendiliğinden ve hiçbir müdahalede bulunmadan binyıllar içinde şekillenen büyük bir birliktelik mevcut. Ne Haçlı sürüleri, ne Moğol istilası, ne de geçen yüzyılın başında üzerimize çullanan modern yağmacılar, bu yapıyı ter-yüz edemedi. Bu “son karakol”, kültürel, siyasal, askeri ve ekonomik her türden saldırıya metanetle direnirken, bunu, şu ya da bu gücün vesayetine girerek yapmadı.
Türkçe, sadece etnik bir kümenin değil, bir uygarlık sahasının bütün imkânlarını kullanarak zamanla bir dünya dili hâline geldi. Konu üzerinde bilgisi olmayanların bîhaber oldukları temel bir ayrıntı, dilin bir üstyapı değil, altyapı unsuru olduğudur. Bunu gayet iyi bilen Stalin, Türkistan coğrafyasında, doğrudan buna müdahale ederek, o bölgede dili bir, imanı bir, tarihi bir büyük bir kültürel yapıyı parçalara ayırdı. Bugün bölge hâlâ o derin ayrımın sancılarını yaşıyor.
Temelde Marksist-Stalinist bir örgüt olan Kürt bölücüleri, bu literatürü çok iyi bilir. Kentleşmeyle birlikte Kürt etni-sitesinin, etnik bir varlıktan bir “millet” birliğine doğru evirildiğini gören bu entelijansiya ve onlara dışarıdan lojistik destek sağlayan yabancı servisler, doğrudan bu sürece müdahale etmek istiyorlar. Bu tartışmalara masum demokratik tartışmalar olarak bakmak için safderun olmak gerekiyor.
Mesela dünyanın üç bölgesinde orijinini bozmadan varlığını koruyan dillerin dayanma gücü, içinde bulundukları coğrafyaya bağlanır. Bu üç grup İllirya olarak bilinen Arnavutluk sakinleri ile Lübnan dağlılarındaki Dürzüler ve Yukarı Mezopotamya’daki Kürtlerdir. Sebep açıktır: Dağlık arazi kültürel etkileşimlere kapalı ve durağan bir yapıyı besler. Kafkas dağlarında her köyün yerel bir dile sahip olması da aynı sebeple açıklanır.
Bugün bölücü elebaşı ve yandaşlarının belli bir isimle tanımlamaya çalıştığı bölge ve onun sınır ötesi uzantıları, hem ekonomik, hem de kültürel olarak hâkim kültürün çekim sahasına girmiş görünüyor. Gelişen demokrasi ve ekonomisiyle yakın bir gelecekte, gittikçe daha büyük bir etki ve nüfuz sahasına sahip bir ülke konumuna yükselmesi tahmin edilen Türk devleti ve ekonomisinin, bu süreci de başarıyla aşacağı beklenebilir.
Unutmayalım ki, bütün dünyada “Türk Asrı” olarak bilinen 16. Yüzyıl, aynı zamanda Celalî ayaklanmalarının zirve yaptığı bir dönemdir. Ama devlet ricali, yönü ve kapsamı sınırlı bu hareketlerle kendini bağlamak yerine, aynı devri derinden etkileyen uluslar arası stratejik hedefleri önceleyerek devletin ömrünü uzattı. Bugün de önümüzde iki seçenek bulunuyor: ya yerel hareketlerle gündemimizi kilitlemek, ya da büyük hedeflerle önümüzü açmak..