DUA KULLUĞUN ÖZÜ

RAMAZANDAN GÖNÜLLERE

“Kulluğun özü” olarak nitelendirilen dua hakkında Yüce Rabbimiz, “Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim.” buyurarak müminin kendisine yönelmesine her an karşılık vereceğini hatırlatır.

Zira dua insanın varoluş nedenidir. Kul, duası sayesinde Allah katında değer kazanır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur:

“(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!” Ancak Allah'ın, rahmetinin eseri olarak kullarına sunduğu öyle zaman ve mekânlar vardır ki, bunlar müminin dualarının kabulü ve günahlarından arınması için birer fırsattır.

Soru sormaya meraklı bir tabiatı olan Amr b. Abese : “Ey Allah'ın Rasûlü! Vakitler içerisinde Allah'a daha yakın olunacak bir an var mıdır? İbadet için tercih olunacak bir saat var mıdır?” sorusuna Rasûlullah (sav), “Evet” diye cevap verdi ve şöyle devam etti:

“Kulun, Allah'a en yakın olduğu vakit, gecenin sonlarına doğru olan vakittir. O saatlerde Allah'ı zikredenlerden olmak istersen ol. Çünkü güneş doğuncaya kadarki o vakitlerde kılınacak namaza melekler gelir ve özellikle şahitlik yaparlar.”

Allah Rasûlü'nün Amr b. Abese'ye verdiği bu cevap, aslında Allah'ın kullarına rahmetinin ifadesidir. Onun (sav) bildirdiği gibi, Allah, kullarının kendisine yönelebilecekleri özel zamanlar bahşetmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimizin, “Onlar (takva sahipleri) seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” âyeti ile haber verdiği seher vakti, Allah ile kulunun buluştuğu bu özel vakitlerdendir. Allah Resûlü bu vakti değerlendirmek üzere geceleri teheccüd namazı için kalkıp dua ederdi. Yüce Rabbimiz özellikle Sevgili Peygamberimize gece yarısı ibadetle meşgul olmasını tavsiye etmişti. Vahyin başladığı dönemlerde Cebrail, Efendimize gelmiş ve şu ayetleri getirmişti:

“Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısında kalk. Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur'an'ı tane tane oku.”

Sevgili Peygamberimiz ashâbını da bu vakitlerde ibadet ve duaya teşvik ederdi. Nitekim Câbir'in (ra) rivayet ettiğine göre, Allah Resûlü şöyle buyurmuştu:

“Gerçekten gecede öyle bir an vardır ki Müslüman bir kimse o âna rastlar da Allah'tan dünya ve âhiret işlerine ait bir hayır isterse, o isteğini Allah kendisine verir. Bu, her gece (böyle)dir.”

Bir başka sefer de Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah, hangi dua daha çok kabule şayandır?” diye sorulmuş, Allah Resûlü,

“Gece yarısından sonra ve farz namazların arkasından yapılan dualar.” diye cevap vermişti. Bu sözleriyle o, farz namazlardan sonra yapılan duaların önemine de dikkat çekiyordu. Farz namazlarını kaçırmayarak Allah'a itaatini ifade eden insana, Rahmân ve Rahîm olan Allah'tan bir müjde veriyordu. Sadece Allah emrettiği için O'nun huzurunda secdeye kapanıp boyun eğen ve sonrasında ellerini açıp isteklerini arz eden kulun duası, kabule şayan dualardandı.

Kutlu Nebî, müminleri vakti iyi değerlendirmeye teşvik etmek için zamanın da Allah Teâlâ'nın ayrı tecellilerine mazhar olduğunu bildirmiştir. Bir hadisinde o (sav), şöyle buyurmuştu:

“Allah her gece, gecenin ilk üçte biri geçtiğinde dünya semasına iner (rahmet nazarıyla bakar) ve 'Melik benim! Melik benim! Var mı bana dua eden, onun duasını kabul eyleyeyim? Var mı benden isteyen, istediğini vereyim? Var mı benden mağfiret dileyen, onu affedeyim?' buyurur. Ve bu hâl tanyeri ağarıncaya kadar böylece devam eder.”

Allah'ın gece vaktinde dualara icabet etmesi, isteyene istediğini vermesi, tevbe ve istiğfar edeni bağışlaması, rahmet ve bereketinin bir tecellisi olarak yeryüzüne inmesi şeklinde bir benzetmeyle ifadelendirilmiştir.

Rivayetlerde gecenin yarısı, üçte biri, son kısmı şeklinde birbirinden farklı zaman dilimlerinin ifade edilmesi, faziletin bütün geceye şamil olduğu ve insanın durumuna göre hareket edebileceği bir genişliğin bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Gecenin fazileti ile ilgili bu rivayetleri, şu vb. âyetler de desteklemektedir

“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklarından uzak kalır.” (Secde, 32/16.)

Mukaddes zaman ve mekânları Allah'a yalvarmak için bir fırsat olarak görmek, her zaman var olagelmiştir. Hz. Âdem'den beri dinlerde zamanlar ve mekânlar bir görülmemiştir. Birbirinden hayırlı, faziletli, mukaddes zamanlar ve mekânlar vardır. Bu zaman ve mekânlar Allah'a yöneliş, yalvarış ve yakarış için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Zira mübarek zaman ve mekânlarda yapılan duaların kabul olma ümidi daha fazladır.

Allah Teâlâ, kullarına kendisinden bir rahmet olarak sunduğu özel zamanlardan kimisini Yüce Kelâmı'nda bizzat kendisi bildirmiştir.

“(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur'an'ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.” (Bakara, 2/185.) âyeti, Ramazan'ın, senenin diğer aylarından farklı bir değeri olduğuna işaret eder. Kadir gecesi ise bu aya önemini veren daha da kıymetli bir zaman dilimidir.

Kur'an, bin aydan daha hayırlı olan bu gecede inmiştir. Kadir gecesini ve onun içinde bulunduğu ayı değerli kılan işte budur... Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz, Ramazan'ın son on

gününde, başka hiçbir zaman olmadığı kadar, ibadet ve kulluk için çaba gösterirdi. “O gece nasıl dua edelim?” diye soran Hz. Âişe'ye, şu duayı öğretmişti.

“Allah'ım! Sen affedicisin, affı seversin, beni affet.”

Her ânını dua ile süsleyen Sevgili Peygamberimiz, Allah ile kulu arasındaki bağın daha da güçlü olduğu özel zamanlarda yapılan duaya, kulluk ve ibadete daha da önem verir, bütün samimiyetiyle Rabbine yönelirdi. Söz gelimi, onun bildirdiğine göre, ezan ile kâmet arasındaki vakit, duaların geri çevrilmeyeceği vakitlerdendi. O (sav), Allah'ın dualara icabet saati olduğunu bildirirdi. Hatta bu vakitlerde söz ve isteklere dikkat etmeleri konusunda ashâbını uyarırdı. Zira bu vakitlerde, beddualar bile kabul olunabilirdi. Câbir b. Abdullah, Resûlullah'ın bu konuda şöyle buyurduğunu bildirmişti:

“Kendinize, çocuklarınıza, hizmetçilerinize ve mallarınıza beddua etmeyiniz. Olur ki, Allah'tan istenilenlerin ihsan edildiği bir zamana rastlarsınız da Allah dilediğinizi kabul ediverir.”

Sevgili Peygamberimizin kiminde müminlerin günahlarının bağışlanacağını müjdelediği, kiminde oruç tuttuğu bu özel vakitler, sonraları kültürümüzde kandil geceleri, üç aylar, mübarek gün ve geceler olarak kendilerine yer edinmişlerdir.

Peygamberimizin ifadesi ile üzerine güneş doğan en faziletli gün ise, cuma günüdür. Hz. Peygamber (sav) cuma günü duaların kabul olunacağı vakti şöyle haber verir:

“Onda öyle bir an vardır ki şayet bir Müslüman namaz kılarken o âna rastlar da Allah'tan bir şey isterse Allah, ona dilediğini mutlaka verir.” Bu vakit gizli olmakla birlikte bir rivayete göre hutbe ile namaz arasındaki zaman dilimidir.

Dua ile zaman ve mekân arasında iki taraflı bir ilişkiden söz edilebilir. Duayı kabule şayan kılan mübarek zaman ve mekânlarla, dua ile anlam kazanan ve insanın ruhunun bütünleştiği zaman ve mekânlar... Kutlu Nebî duayla zaman ve mekânı âdeta ilmik ilmik dokurdu. İnancını zamana ve mekâna âdeta nakşederdi. Çünkü insan duayla zamana ve mekâna ruh verir. Allah Resûlü duaların kabul olduğu zaman dilimleri ile birlikte bazı özel mekânlarda yapılacak duaların da daha faziletli olduğunu bildirir.

Bu mekânlardan biri, şehirlerin anası, bütün müminleri bir araya toplayan ve hac ibadeti için seçilen mukaddes belde Mekke'dir. Kâbe, Arafat ve Mekke, tarih boyunca birçok peygambere şahitlik etmiş mukaddes mekânlardır.

Rivayete göre Arafat, Hz. Âdem ile Havva'nın buluştuğu ve birbirlerini tanıdığı yerdir. Hz. Âdem bu topraklarda Allah'a yalvarmış, kendisine namazları için kıble edineceği bir ev inşa etmek arzusuyla Allah'tan izin istemiştir. Allah, vahiy zincirinin en büyük halkalarından yani ulü'l-azm peygamberlerinden olan Hz. İbrâhim'e ise burada bir ev yapmasını emretmiş, Hz.

İbrâhim, oğlu İsmâil ile birlikte Allah'ın evi Kâbe'yi inşa etmiştir.

Hz. İbrâhim çorak bir yer olan Mekke topraklarına eşi Hacer ve oğlu İsmâil'i bıraktığı zaman,

“Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır.” (Bakara, 2/126.) diye dua etmişti.

Nitekim Allah Resûlü, Hz. İbrâhim'in bu duası nedeniyle Mekke'nin yiyecek ve içeceklerinin bereketli olduğunu ikrar edecekti.

Böylece Mekke, “ümmü'l-kurâ” (şehirlerin anası), “beled-i emîn” (güvenli belde) oldu. Âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olan Kâbe ise, Mekke'de insanlar için kurulan ilk ibadet evi oldu. Peygamberimiz bu şehirde duaya bir başka özen gösteriyordu. O, duaların kabul olunduğu anlardan birinin de Kâbe'nin görüldüğü ilk an olduğunu bildirmişti.

Mekke'nin fethinde Allah Resûlü ile birlikte Kâbe'ye giren Üsâme b. Zeyd (ra) onun, Kâbe'de Allah'a cân-ı gönülden dua edişini şöyle anlatmıştı: “Resûlullah (sav) ile birlikte Kâbe'ye girdim. Bilâl'e kapıyı kapatmasını emretti, o da kapıyı kapattı. Kâbe'nin içerisinde altı direk vardı. Kâbe'nin kapısına yakın iki direk arasına gelip oturdu. Allah'a hamdü senâ ettikten sonra, Allah'tan bir şeyler istedi, bağışlanma talebinde bulundu. Sonra kalktı, Kâbe'nin arka tarafına karşı dönerek yüzünü ve yanaklarını sürdü. Allah'a hamd ü senâ ettikten sonra yine dua edip, bir şeyler istedi, bağışlamasını diledi. Sonra dönüp Kâbe'nin her bir köşesini tekbir, tesbih, tehlil getirerek ve Allah'ı övüp dua ve istiğfar ederek selâmladı. Sonra çıktı ve Kâbe'ye dönerek iki rekât namaz kıldı ve dönüp, “İşte kıble, işte kıble.” buyurdu.

Allah, temellerini Hz. İbrâhim'in attığı Kâbe'de, onun ismi ile anılan mekânı, Makâm-ı İbrâhîm'i, tüm Müslümanlara hediye etmiştir. Öyle ki, Kur'ân-ı Kerîm'de bu mekânı duagâh edinmemizi ve burada kendisine yalvarıp yakarmamızı istemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz Mekke'nin fethinde Kâbe'yi tavaf ettikten sonra, “Siz de Makâm-ı İbrâhîm'den kendinize bir namaz yeri edinin.” âyetini okuyarak burada namaz kılmıştır.

Mekke'de yer alan mübarek mekânlardan bir başkası ise, duaların kabul olduğu Arafat'tır. Peygamberimiz arefe günü Arafat'ta yapılan duaları, duaların en hayırlısı olarak müjdelemiş ve bu gün hakkında şöyle buyurmuştu:

“Allah Teâlâ'nın arefe günü insanları bağışladığından daha fazla bağışladığı bir gün yoktur. Allah Teâlâ şüphesiz arefe günü kullarına rahmetiyle yaklaşır, sonra meleklere karşı onlarla iftihar ederek; 'Bunlar ne diliyorlar?' diye sorar.”

Böylece Hz. Peygamber, Müslümanları özellikle bu mübarek mekânlarda Rableri ile buluşmaya davet ediyordu. İbadet için

buralara gidenlerden kimi zaman dua istiyordu. Bunlardan biri Hz. Ömer'di. Umre için izin isteyen Hz. Ömer'e olumlu yanıt veren Peygamberimiz ona, “Kardeşim! Duana bizi de ortak et, bizi unutma.” demişti.

Mekke'nin kutsal bir mekân olduğu ve burada yapılan duaların kabul olunacağı, Müşriklerin de kabul ettikleri bir gerçekti. Öyle ki, Allah Resûlü bir gün Ebû Cehil'in kendisine yaptığı işkenceye dayanamamış ve Rabbine, “Allah'ım! Kureyş'i sana havale ediyorum.” diye beddua etmişti. Kureyşliler aleyhlerine yapılan bu bedduadan endişelenmişlerdi. İbn Mes'ûd, bunun gerekçesini, “Çünkü müşrikler bu şehirde yapılan duaların kabul olunacağına inanırlardı.” diyerek izah etmişti.

Müslümanlar için bir diğer özel mekân ise Medine'dir. Hz. İbrâhim Mekke için dua ettiği gibi, Sevgili Peygamberimiz de Medine'nin bereketli olması için dua etmiştir. Ebû Hüreyre anlatıyor: “İnsanlar turfanda meyveyi gördüklerinde Resûlullah'a (sav) getirirlerdi. (Bir keresinde) o, meyveyi eline alınca, 'Allah'ım! Meyvelerimizi bize bereketlendir. Medine'mizde bize bolluk ver, bize bereketler ihsan eyle. Allah'ım! Şüphesiz ki İbrâhim senin kulun, halîlin ve peygamberindir. Ben de senin kulun ve peygamberinim. O Mekke için sana dua etti. Ben de Medine için sana dua ediyorum. Onun Mekke için senden talep ettiğinin benzerini ve bir misli fazlasını senden talep ediyorum.' buyurdu.” Böylece Medine de Mekke gibi bütün Müslümanlar için duaların kabul edildiği ve ibadetlerin daha faziletli sayıldığı bir mekân olarak kabul edildi.

Müslüman bireyin hayatına farklı bir anlam katan tüm bu zaman ve mekânların değeri, Yüce Yaratıcı ile insanlığın buluşmasına yaptıkları tanıklıkla ortaya çıkmıştır aslında. Kulun Rabbi ile buluşması olan dua ise, bu zaman ve mekânlarda yapıldığında farklı bir mahiyete bürünür. Duanın zaman ve mekân ile ilişkisi sayesinde mümin, varlıkla bütünleşir, tüm evrenle anlamlı ve derin bir bağ kurar. Dua eşliğinde her ilmiği samimiyet, huzur ve inanç ile örülen zaman ve mekân, mümine daha anlamlı bir hayat sunarak onu daima güvenli ve diri tutar. O hâlde mümin, Rabbi ile arasındaki bu bağı kuvvetlendirmek için kendisine bir fırsat olarak sunulan zaman ve mekânları değerlendirmeli ve bu sayede kulluk bilincini canlı tutmalıdır.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

HİSSEMİZE DÜŞENLER

Ø Dua; Allah'a içtenlikle yalvarıp yakarmak, O'nun eşsiz kudreti karşısında zayıflığımızı itiraf etmek, O'nun lütfuna ve affina sığınmak, O'na kulluğumuzu arz edip O'ndan yardım istemektir.

Ø Dua; Allah'a kulluğun gereği, Yüce Allah ile iletişime geçmenin en güzel yoludur.

Ø Rabbimize yürekten ettiğimiz duaların mutlaka karşılık bulacağına inanmak ve duayla gelen bereketten, huzurdan, güvenden mahrum kalmamak gerekir.

Ø Hz. Peygamber (s.a.s.) gece ve gündüz, her ibadet sonrası, sevinç ve hüzün durumunda Rabbine yönelir; dua ederdi.

Ø Kulluğumuzu arz etmenin en güzel göstergesi olan dua; bütün ibadetlerin ruhu, esası ve özüdür.

Ø Duanın kabulü için icabet saatleri vardır ki bunları gözetmek gerekir.

GÜNÜN AYETİ:

"Rabbiniz şöyle dedi: 'Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.” (Mü'min, 40/60)

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Ümâme'den rivayet edildiğine göre, “Yâ Resûlallah, hangi dua daha çok kabule şayandır?" diye sorulmuş, Peygamber Efendimiz, "Gece yarısından sonra ve farz namazların arkasından yapılan dualar." diye cevap vermiştir. (Tirmizî, Deavât, 79)

GÜNÜN DUASI:

“Allah'ım! Bildiğin günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Bildiğin her türlü hayırdan istiyorum. Bildiğin bütün şerlerden sana sığınıyorum. Şüphesiz sen gaybı/gizli olan şeyleri en iyi bilensin." (Hâkim, Deavât, No: 1872)

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU : Cuma hutbesinde yapılan duaya 'amin' demek caiz midir?

CEVAP : İslam âlimleri, gerek cuma hakkındaki hadisleri, gerekse Resûlullah'ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tespit etmişlerdir. (Kâsânî, Bedâiu's-sanâî, II, 196) Hatip hutbe irad ederken cemaatin konuşmasının doğru olmadığını ifade eden hadisler vardır. (Buhârî, Cumua, 36; Müslim, Cumua, 11; Muvatta, Cuma, 6; Ebû Dâvûd. Salât, 237; Tirmizî, Salât, 256; Nesâî, Cumua, 22) Hanefi ve Şâfiîler bu

hadislere dayanarak zaruret olmadıkça hutbe esnasında konuşmayı mekruh; Hanbelî ve Mâlikîler haram kabul etmişlerdir. (Kâsânî, Bedâiu's-sanâî, II, 198; Şirbînî, Muğni'lmuhtâc, I, 429-430) Diğer taraftan yine Resûlullah'ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslam âlimleri hutbede müminlere dua etmenin mendup veya rükün olduğunu söylemişlerdir. (Kâsânî, Bedâiu's-sanâî, II, 196)

Buna göre, hutbenin dinlenmesi, bu esnada başka işlerle uğraşılmaması, konuşulmaması gerekir. Ancak, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okunması, hatibin duasına 'âmin' denmesi, konuşma olarak değerlendirilmediğinden, bunların yapılmasında bir sakınca yoktur. (Bkz. Kâsânî, Bedâiu's-sanâi', I, 264; İbn Abidin, Reddü'l-muhtår, III, 35)

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan : Ahmet KOÇAK İL VAİZİ

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.