Osmanlı Padişahlarının yedincisi, ikinci Murat Han’ın oğlu, İstanbul’un Fâtihi Fâtih Sultan Mehmet Han, 30 Mart 1432 Pazar günü Edirne’de doğdu. 1444 de Manisa’ya Vâli oldu. Genç yaşta babasının isteğiyle tahta çıktı. Bunu fırsat bilen Haçlı ordusunun taarruzu ve iç isyanların çoğalması üzerine, babasını göreve davet etti. Göreve gelmekten imtina eden babasına : “Padişah isen gel tahtına otur, yok eğer ben Padişah isem emrediyorum, hizmete koş” çıkışı, ona pek yakışan bir sözdür.1451 de babası vefat edince tekrar tahta oturdu. Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına Rumeli Hisarını inşa ederek, boğazı kıskaç altına alan genç Padişah, gece gündüz bir taraftan ünlü hocalardan ders alıyor, diğer tarafta emellerine ulaşmak için keşiflerin, icatların peşinde koşuyordu.... Nitekim, yağ ile makine soğutmasını, havan topunu, namlulardaki yiv ve set sistemini keşfetti. Her geçen gün fetih için sabırsızlanan Hünkâr, bütün bu hazırlıkları sezen Bizans elçisinin sulh teklifine “Ya ben bu şehri alırım, ya bu şehir beni” diyerek, bu yola baş koyduğunu ifade etmiştir. “Niyetimi değil ki siz, şu sakalımdan bir tüyüm dahi bilmiş olsa, koparır atarım” kararlılığı, onun devlet adamı temkinini çok güzel anlatsa gerek...
Onun çağ açıp çağ kapatan azmi, yenilikçi ve hamleci dinamizmi, görülmemişleri, duyulmamışları hayata geçirme yeteneği, ilim ve bilim adamına, sanata ve sanatkâra değer verme, adaleti tesis etme, toleransı hâkim kılma, insanların gerçek cevherlerinin, onların mukaddeslerini ve inançlarını yaşayıp yaşatmalarıyla ortaya çıkacağını anlama dehası, her ne kadar öne çıkmış ise de, o katıksız, şeksiz ve şüphesiz bir Veli idi. Bana göre onun Veli oluşunun en büyük delili; kutlu insanların onun hakkındaki kerametleri ve şahadetleri ve hepsinden öte, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onun fâtihi ve ordusu ne güzeldir” anlamındaki hadis-i şerife muhatap oluşudur.
Fâtihin İstanbul surları önündeki şu duası, zaten demir kapıları kıracak kadar anlamlı, kendisini ve kendisine inananları zafere ulaştıracak kadar kapsamlı idi: “Allahım! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Allahım! niyetim halistir. Bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” Bu samimi yalvarış, bu içten yakarış Mevla tarafından kabul edilince İstanbul fethedilir. Allah’ın rızası uğrunda, göz yaşı dökülen seccade ile top yapılan tezgah yanyana getirildiğinde, birleştirildiğinde, nelerin olabileceğine tarihî bir ibret ve hikmet belgesidir bu...
Bir gün dervişin biri atının dizginlerinden tutarak, İstanbul’u almakla mağrur olmamasını, çünkü fethi dervişlerin duası sayesinde gerçekleştirdiğini söyleyince, Hünkâr, dünya durdukça, daha doğrusu olmayan ve olmayacak olan bir doğruya işaret etti: “Kılıcın da hakkını inkâr etmemek lazım. Din ve dua bir top ise, kılıç, bu toptan fırlayarak surları ve Bizans mukavemetini kıran mermidir. Duayı bırakanlar, öbür dünya cehenneminde yanacaksa, kılıcı bırakanlar da bu dünya cehenneminde yanacaklardır. Yazık kılıcı bırakanlara...”
Fâtih de padişahların çoğu gibi Mevleviliğe intisap etmiştir. Bu intisap, onun ulemaya, başta Akşemseddin ve Molla Gürani olmak üzere teslimiyetini sağlamıştır. O, teslimiyetin doruk noktasında iken mürit olmayı talep etmiş ve fakat Hocası tarafından, “Bu dünya işlerini düzene koymak için sizin gibi bir zâta cihanın çok ihtiyacı vardır” diyerek, madde ve manaya bakış açısının büyüklüğünü bir daha ortaya koyar ve cihanın kaybı pahasına bir mürit kazanmayı uygun görmez.
Fâtih adaletin ve hakkın mümessilidir. Onun yanında hakkın hatırı yüksektir. Zira o biliyordu ki, İstanbul’un yıkılışı hakkın ölmesinden, alınışı hakkın gönüllere kök salmasındandır. Çünkü devletleri yıkan küfür değil zulümdür.
İki gün sonra, işte bu cihan cihangirinin, bu ulu çınarın Gebze’de, ordugahın çadırında, 1481 de, daha 49 yaşlarında iken Hakka yürüyüşünün 528. sene-i devriyesidir. Bu satırlar onun hatırasını yâdetmek ve ruhunu şâdetmek amacıyla karalanmıştır. Anmak ve anılmak ne şeref…Torunları herhalde bir fâtihayı çok görmezler… El Fâtiha… El Bâkî, Hüvel Bâkî...