Geçtiğimiz günlerde ulusal gazetelerimizin birinde ehli sünnet olduğu bilinen ve sevilen bir ilahiyatçı hocamız Adana’da ve Akyazı’da çifte ezan okunmasına başlanmasını vesile ederek bu tür yeniliklerin bid’at olduğunu, benzer şekilde Enderun usulü teravih gibi içine musiki karışan ibadetlerin bir sapmanın başlangıcı olduğunu anlatan bir yazı kaleme aldı. İmam Birgivî gibi kendisiyle benzer düşünen alimlerden alıntılar da yapan yazarımızın yazısını şu cümlesi ile özetlemek mümkün “Enderûn Teravihi yerine en derin teravihi kılmak lazım. O da Resulüllah'tan öğrendiğimiz teravihtir.”
Bu yazıyı ilgili yazara cevap için yazmadım, haddim değil öyle bir yazı yazmak. Sadece Asr-ı Saadet’den bir örnek ile konu hakkında fikir sahibi olmanıza yardımcı olmak istiyorum. Yoksa sayın yazar bizden elbette çok daha iyi biliyor ki saydığı iki üç isim dışında birçok alimin musiki, sema gibi konularda olumlu görüşlerini içeren risaleleri var.
Biz, “her problemin cevabı Efendimiz’dedir” diyen büyüklerimizi izleyerek gelin Asr-ı Saadet’e uzanalım.
Miladi 630 yılı... Efendimiz ve Ashab’ı Taif seferinden dönmektedirler. Namaz vakti gelince müezzin ezan okumaya başlar. Resûlullah'a karşı büyük bir kin ve düşmanlık besleyen Ebu Mahzûre ile Kureyşli on genç ezan sesini işitince bir yere gizlenirler ve alaylı bir şekilde müezzini taklit ederek yüksek sesle ezan okurlar. İçlerinden birinin güzel sesli olduğunu farkeden Efendimiz onları yanına çağırır ve kendilerine birer birer ezan okutur. En son okuyan Ebu Mahzûre'nin sesini çok beğenerek ona ezanı öğretir; daha sonra namaz vakti gelince elini başına koyup alnını okşar ve ezan okumasını emreder. Ebu Mahzûre bu emri isteksiz bir şekilde yerine getirdikten sonra Peygamber Efendimiz ona bir miktar gümüş para verir ve kendisine dua eder. Gönlü İslâm’a ısınan Ebu Mahzûre orada müslüman olur ve Efendimiz’den kendisini Mekke'deki Harem-i Şerif'e müezzin yapmasını ister. Bu arzusunu kabul eden Hz. Peygamber, Mekke Valisi Attab bin Esid'e gitmesini ve yeni görevini ona bildirmesini söyler.
Ebu Mahzûre, Resûl-ü Ekrem'in Mekke'den ayrılmasına kadar Kâbe'de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okumuştur. Resûlullah'ın okşadığı alnına düşen saçları hiç kestirmemiştir. (Kaynak: Diyanet İşleri Ansiklopedisi, Ebu Mahzûre maddesi)
Şu birkaç cümleden asıl konumuz dışında alınabilecek o kadar ders var ki: İlki Efendimiz’in ezan ile dalga geçen gençlere yaklaşımı, onların yaptıkları kötülüğü değil de aralarından bir tanesinin sesinin güzelliğini farkedip onu öne çıkarması… Bu yüce davranışın sonucu malûm, o genç müslüman olup Mescid-i Şerif’e müezzin oldu, hatta Ebu Mahzûre’nin sülalesi asırlar boyu Mescid-i Şerif’de müezzinlik yapmıştır. İkincisi de aşka, muhabbete burun kıvıranlara çok büyük bir ders olan, “Kur’an’da aşk var mı” deyip “şiddetli sevginin” adının aşk olduğunu bilmeyenlere… Efendimiz’in eli deydi diye vefatına kadar saçını kestirmemesi… Sadece bu muhabbete ciltler yazılır da bizim haddimiz değil bu konuda laf söylemek…
Asıl meselemizle ilgili dersimize gelirsek; Efendimiz gençlerden birisinin sesinin güzelliğini farkediyor ve ona ezan okutuyor. Üstelik Harem-i Şerif’in müezzini olmasına razı oluyor ki o genç henüz yeni müslüman olmuş. İnsan sesinin güzelliği ne zaman belli olur, makamlı, ahengli bir şeyler okuduğunda... Bazı kimselerin sesi ve ahengi güzel olduğu için onlardan şiir dinlemek çok hoşumuza gider. Bu sadece bir örnek, sayılarını artırabiliriz. Efendimiz’in kendisi için yazılan şiir için şair Kaab bin Züheyr Hazretlerine hırkasını hediye etmesi, İbn-i Mesud Hazretlerinden ve diğer bazı ashabdan Kur’an dinlemekten hoşlanması... Bunlar hep Efendimiz’in güzele, estetiğe olan teveccühleri değil mi?
Sözün özü, sayın yazar bidat korkusundan kantarın topuzunu kaçırmış gibi geldi bize. Ne diyelim, beşer şaşar…