Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar, kâinattaki fiziksel sabitelerin ve doğa koşullarının çok hassas bir dengeye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanın yaşayabilmesi için en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış olan bu denge, bilim dünyasında “hassas ayar” olarak da bilinmektedir. Bu argüman aynı zamanda Yüce Yaradan’ın varlığına açık bir işaret olarak bilim dünyasında kabul edilmektedir. (Tufan Kıymaz, “Hassas Ayar Argümanı” Beytulhikme, 2020, 1368.)
Aslında bilimin bugün işaret ettiği hakikatlere ve hassas dengeye Kur’an ayetleri on dört asır önce temas etmiştir. Allah’ın Kitabı, insanın dikkatini bunlara sevk ederek âlemlerin Rabbi olan Allah’ın her şeyi bir düzen ve ahenk içerisinde yarattığının delili olarak bunları sunmuştur. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de en çok, âlemin yoktan var edilmesine ve kâinattaki düzenli işleyişe vurgu yapılarak Yüce Allah’ın varlığına işaret edilmektedir. Bu anlamda en dikkat çekici cümleler arasında Mülk suresinin şu ayetleri zikredilebilir: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4.) Burada, âlemin kusursuz yaratılışına ve mükemmel işleyişine dikkat çekilerek bu muhteşem düzenin şans eseri veya tesadüfen meydana gelmiş olamayacağı önce haber verilmekte, ardından da herhangi bir kusurun bulunması için özel çaba sarf edilse bile netice alınamayacağı konusunda meydan okunmaktadır. Öte yandan bu eşsiz işleyişin ancak her şeyden üstün bir ilim, irade ve kudret sahibinin yaratması ve yönetmesiyle mümkün olduğu gözler önüne serilmektedir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, 5/417.)
İnsanın, evvela kendi varlığından başlamak suretiyle evreni ve evrende var olan her bir mahlûkatı ibret nazarıyla düşünmesi, bunları yaratıp var eden Yüce Allah’ın varlığı ve birliğini anlamak için yeterli olacaktır. Zira gerek kâinatın bütünü gerekse onu oluşturan en küçük yapı taşlarının en mükemmel şekilde yaratılması ve birbiriyle olan insicamı, bunlar üzerinde ezelî ve ebedî bir kudret sahibinin hâkim olduğuna tanıklık eder. Âlemde var olan bu düzen, bir yönüyle her satırında ve her kelimesinde Allah’ın varlığı ve birliği okunan açık bir kitaptır. Bunu tefekkür edebilen her akıllı varlık, kendinden başlayarak görmekte olduğu bu muazzam ve akıllara âdeta durgunluk veren şu nizamı bir yaratan, bir idare eden ve bütün bunlar üzerinde hükmünü yürüten bir kudret sâhibinin varlığını anlar ve bilir. (Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, 1969, 62.) Amerikalı yazar Lee Strobel, Hani Tanrılar Ölmüştü? adlı kitabında felsefeci ve teolog Jay Wesley Richards’ın ortaya çıkan her bilimsel keşfin, Allah’ın varlığını ispat hususunda, vahyin yanında tabiat kitabının tanıklığına işaret ettiğini şöyle ifade eder: “İnananlar daima Tanrı’nın varlığını tabiat kitabı ve Kutsal Kitap aracılığıyla gösterdiğini savunmuşlardır. On dokuzuncu yüzyılda bilim, tabiat kitabını bir şahit olmaktan çıkarmıştı. Şimdi ise yeni keşifler bu kitabın kapağını tekrar açıyor.”(Strobel, 2013, 255.)
İslam, insanı ve tabiatı birbirinden tamamen ayırmamış, bilakis evrendeki düzende ilahi kudretin, hâkimiyetin, lütfun ve bereketin varlığına insanın dikkatini çekmiştir. İnsan, şayet evrendeki nizamı, natüralist bir anlayışla mutlak bağımsız bir gerçeklik alanı gibi değil de “varlığı zorunlu olan”a (vâcibü’l-vücûd) ulaştıran daha yüksek bir gerçekliğin aynası olarak tefekkür etmeyi öğrenirse kâinat da kendi sırlarını insana açarak tek olan Yüce Yaratıcı’yı bulması için ona yardımcı olacaktır. (Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat, 1988, 122.)
Müslüman düşünürler, tarih boyunca Yüce Allah’ın varlığını ispat için farklı deliller ortaya koymuşlardır. Bunlardan biri de “gaye ve nizam delili”dir. Bu delilin özü, evrende mükemmel bir düzenin var olduğu ve hiçbir mahlûkatın boş ve anlamsız olmadığı; aksine belli bir gayesinin bulunduğu düşüncesine dayanır.
Evrenin düzeni ve mükemmel tasarımından hareketle Yüce Allah’ın varlığını delillendirme, İslam âlimlerinin en çok başvurduğu yöntemlerin başında gelir. Bu bağlamda İmam Gazali, evrenin en güzel bir şekilde tasarlandığını belirterek bunun bir yaratıcısının olması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Bütün kâinat, tavanı gökyüzü olan bir ev gibidir. Sana şaşarım ki bir zenginin boyalarla süslenmiş, altınla kaplanmış evine girdiğinde ona duyduğun şaşkınlık sona ermez. Ömrün boyunca onu anmaya onun güzelliğini vasfetmeye devam edersin. Diğer taraftan sen hiçbir zaman bu büyük eve (kâinat), zeminine, çatısına, havasına, içerisindeki eşyaların güzelliklerine, canlılarının şaşkınlık verici hâllerine ve onun nakışlarının eşsizliğine bakıp da ondan bahsetmezsin, gönülden ona iltifat etmezsin. Oysaki bu evin (kâinatın) yanında, vasıflarını anlattığın o ev ne ki! Hatta o bahsettiğin ev, bu evin çok kıymetsiz parçalarından sadece biridir. Buna rağmen, tek iltifat sebebi Rabbinin evi olması dışında bir gerekçesi olmayan o eve bakmazsın. Oysa bu ev, Rabbinin tek başına yarattığı ve düzenini sağladığı evdir. Buna karşı sen kendini, Rabbini ve Rabbinin evini unuttun…” (Gazali İhyâ, ts., 4/446-447.) Aynı şekilde Gazali’ye göre kişi, güzel bir hat veya nakış gördüğünde onu beğenir ve bunu yapanın kim olduğunu, bunu nasıl başardığını öğrenmeye çalışır. Ancak aynı kişi, kendi varlığındaki mükemmellikleri ve bunu yaratanın kim olduğunu düşünüp onun varlığını kavramaya; O Yaratıcı’nın büyüklüğü ve hikmeti karşısında acziyetini anlamaya gayret etmez. (Gazali, İhyâ (Muhtasar), 2022, 4/660.) Hâlbuki insan, kendisi üzerine düşünmenin yolunu öğrenmenin yanında yaşadığı yeryüzü, oradaki nehirler, dağlar, madenler hakkında da düşünmeli; sonra oradan göklerin derinliklerine yükselmelidir. (Gazali, 2022, 4/661.) Çünkü belli bir ölçüye göre yaratılan kâinat, özellikle “âlemin özü” olan insanın hayat sürmesi için onun varlığına uygun ve faydasına olacak biçimde düzenlenmiştir. Nitekim “Allah’ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri hizmetinize verdiğini, nimetlerini gizli ve açık olarak önünüze bolca serdiğini görmez misiniz?” (Lokman, 31/20.) ayet-i kerimesi buna açıkça işaret etmektedir.
İslam düşüncesine göre evrendeki mahlûkat ve olaylar ile bunların işleyişinde hayranlık uyandırıcı bir uyum vardır. Varlıkların kendi içerisinde ve tabiattaki diğer varlıklarla ahenk içerisinde devamlılığı, tutarlı bir yönetimin ve ince bir düzenin sonucudur. (Mustafa Çağrıcı, “Âhenk”, TDV İslam Ansiklopedisi.) Bunu sağlayan ise “tek” olan Yüce Allah’tır. Dolayısıyla kâinattaki kusursuz uyum, Allah’ın varlığına işaret ettiği gibi hiçbir şeye ihtiyacı olmadan tek başına orayı idare etmeye de delalet etmektedir. Aksi takdirde bu uyumun bozulması, tabiatta kaosun ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılacaktır. Kelam ilminde “burhân-ı temânu‘” ve “burhân-ı tevârüd” delilleriyle izah edilen bu argümana göre şayet kâinatta birden fazla ilah olsaydı hem yaratma hem idare etme hem de üstünlük konusunda aralarında anlaşmazlık olması ihtimali ortaya çıkardı. Bu ise evrenin nizamını bozardı. Aynı şekilde kâinatın yaratılmasında ve idaresinde birden fazla ilahın etkili olduğu varsayılsa bu durum müşterek bir kudret gerektirir. Yani söz konusu ilahlardan hiçbiri tek başına yaratma, yönetme ve var olan nizamı devam ettirmeye güç yetiremediği için hepsinin aciz olduğu anlamı ortaya çıkar. Oysa acizlik, ulûhiyeti zedeleyen bir durumdur ve bu da bir noksanlık olduğu için yaratıcı hakkında aklen mümkün değildir. Bu itibarla söz konusu ihtimallerin tamamı, tek bir yaratıcı olarak Yüce Allah’ın varlığını ispat eden hususlardır. Ayet-i kerimede de bu hakikat vurgulanarak Allah’ın varlığı ve birliği şöyle teyit edilmektedir: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu.” (Enbiya, 21/22.)
Hindistanlı Müslüman düşünür Muhammed İkbal, Kur’an’ın en temel hedeflerinden birinin, evrenin yaratılması ve mükemmel işleyişi ile Allah’ın varlığı arasında güçlü bir bağ bulunduğu fikrini insanda uyandırmak olduğunu söyler. (Muhammed İkbal, Tecdîd, 2011, 26.) Bu bağlamda, ayetlerde göklerin yedi tabakadan oluştuğu, yıldızların birer kandil gibi gökyüzünü süslediği, gece ve gündüzün birbirinin peşi sıra geldiği, ay ve güneşin belli bir yörüngede süzüldüğü, yağmurun müjdecisi olan bulutların akıp gittiği gibi örnekler üzerinden kâinatın oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığı (Duhan, 44/38-39.); bilakis düşünme ve ibret alma konumunda olduğu (Âl-i İmran, 3/190-191.); aynı şekilde evrenin değişime kapalı olmadığı ve her an Yüce Allah’ın müdahalesiyle yeni yaratılışların orada meydana geldiği (Ankebut, 29/20.) hatırlatılır.
Kâinatta meydana gelen her şey belli bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde cereyan eder. Bu, (Allah Teâlâ’nın) “sünnetullah” adı verilen değişmez kurallarıdır. İnsanoğlu ise âlem hakkında sahip olduğu sınırlı bilgiyle evrende şahit olduğu hadiseleri çeşitli etkenlerle bağlantı kurarak açıklar. Bununla beraber insanın izah etmekte güçlük çektiği ya da çeşitli doğal yasaların altına almakta zorlandığı birçok olayın/olgunun varlığı da inkâr edilemez bir hakikattir. (Ahmet Hamdi Akseki, İslâm, 2017, s.322.) İşte bu noktada Yüce Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara tebliğ ettiği vahiy devreye girmektedir. Bu kapsamda Kur’an’da Allah’ın varlığıyla ilgili özellikle evrenin yaratılması ve hedefi konusundaki delilleri bulmak mümkündür. Özellikle kâinatın, Allah’tan başka bir yaratıcı tarafından yaratılmasının mümkün olmadığı vurgusu (Tur, 52/35-36.) ve oradaki sayısız canlı cansız türün, Allah’ın varlığına delil kılınması (Nahl, 16/3-18.) dikkat çekmektedir. (M. Sait Özervarlı, “İsbât-ı Vâcib”, TDV İslam Ansiklopedisi.) Bunun yanında evrendeki düzenin belli bir gayeye hizmet ettiği, ayetlerde öne çıkan mesajlardandır. Nitekim “Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yarattık.” (Hicr, 15/85.) ayetinde yerin ve göklerin amaçsız yaratılmadığı, hayal ürünü ya da vehim olmadığı; âlemin, bir amaca yönelik olarak yaratıldığına insanın dikkati çekilir. (İlhan Kutluer, “Nizam”, TDV İslam Ansiklopedisi.) Âlemde var olan her şey Allah’ın eseridir ve O’nun yaratmasıyla varlık sahnesine çıkmıştır. Evrendeki her varlıkta, zerresine varıncaya kadar, Allah’ın sınırsız kudretini, hikmetini, ilmini, yücelik ve azametini gösteren olağanüstülükler vardır ve lisan, bunları saymaktan acizdir. Yüce Allah’ın sonsuz ilminin bir neticesi olan bu varlıkları anlatmak için ayetteki ifadesiyle “yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de -ardından ona yedisi daha eklenmek üzere- mürekkep olsa” (Lokman, 31/27.) bile kâfi gelmez. Öte yandan kâinattaki her şey, insanın fıtratında var olan doğruya meyilli olma vasfının ortaya çıkmasına hizmet eden birer vesiledir. Gerek insanın kendi özünde gerek dış dünyada gördüğü mükemmellikleri ve eksiksiz işleyişi temaşa eden her birey, bunların bir yaratıcısının ve düzenini bozulmadan sağlayan bir müessirinin olduğunu anlayabilir. Bu sebeple olmalı ki kâinata dikkat çeken çeşitli ayetlerde Yüce Allah, insanlara tefekkür ve ibret nazarıyla evrende olup bitene bakılmasını emretmektedir. (Akseki, 2017, 196.)
Yüce Allah, insanı yeryüzünün halifesi kılmış ve bu vasfından dolayı da kâinattaki diğer mahlûkata nispetle ona ayrıcalık ihsan etmiştir. O hâlde varlıklar arasında mümtaz bir konuma sahip olan insanın, yaratıcısını tanıma yollarından mahrum bırakılması düşünülemez. Bu sebeple âlemlerin Rabbi, insanın O’na (c.c.) ulaşabilmesi için peygamberler ve kitaplar göndermesinin yanı sıra “tabiat kitabı”nı da bir tefekkür vesilesi yapmıştır. Şayet insan da kendisine verilen akıl, irade ve fıtri meyiller sayesinde Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği fırsatı değerlendirebilirse insan-ı kâmil (olgun insan) vasfını elde edebilecektir. Bunu yaparken de evrendeki yaratılış ve düzen, kendisi için en önemli kılavuzlardan biri olacaktır.
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi