İslâm'ın müesseseleri; fert ve cemiyete o kadar lüzumlu ki… O müesseselere sahip olamayanlar bile, onlara ihtiyaç duyuyorlar ve benzerlerini meydana getirmeye çalışıyorlar. Hakiki mücevher almaya gücü yetmeyenlerin sahtelerini alıp taktığı gibi… Tabiî ürünlerin sentetiğini yapmak gibi…
2004 seçimlerinden sonra Bilecik Belediye Meclisi'nde rahmetli Erdil Balan anlatmıştı... Londra'da bir inşaat şirketinde mühendistir. Büyük bir inşaat için bir apartmanın yıkılması gerekiyor. Bütün sakinler, dairelerini satmayı kabul ettiği halde ve yüksek fiyata rağmen, biri direniyor. İkna etmek için bir İngiliz mühendisle birlikte kapısını çalıyorlar. Adam ısrarlara çok kızıyor ve İngiliz mühendise dönüyor, “Kraliçen bile beni buradan çıkaramaz; onun bile, beni buradan çıkarmaya gücü yetmez!” diye bağırıyor ve onları kovuyor. Nereden alıyormuş, “Kraliçe”nin bile üstündeki bu gücü? Meğer adam, savaşa katılmış bir askermiş… Ona bu gücü, savaşa katılanlara imtiyazlar tanıyan bir kanun veriyormuş. Ve şirket, projeyi değiştiriyor.
Bir de şu haberi hatırlayalım... Bir müddet önce, başkentimizin göbeğinde, ana caddede iki malûl gaziye saldırıldı. Arabada bulunan gazilerin yakınları, saldırganlara; “Bunlar gazidirler, üstelik de malûldürler” dedikleri halde… 6 saldırgan; gazi yakınlarının “Bunlar sizin gazileriniz!” sitemine rağmen kudurmuş it gibi saldırılarını arttırıyor ve gazi yakınlarını da tartaklıyorlar… Bu arada söyledikleri söz dehşet verici: “Nefret ediyoruz gazilerden!”
İşte iki başkentten birer olay… Ve iki cemiyet… Biri ihtiyacı anlayıp hiç olmazsa madde yönüne çözüm buluyor… Biri var olan değeri, hem mânâda hem maddede kaybediyor; ne kaybettiğinin farkında değil, dolayısıyle bunun meydana getireceği felâketi de idrak edemiyor.
Biz nasıl insan yetiştirmişiz ki –fecaate bakın– “gazilerden nefret ediyorlar”… Daha fecisi… Bunu söylemekten çekinmiyorlar. Kendilerine bir tepki gelmeyeceğinden eminler… Daha sonra biz bu cemiyetin içinde nasıl yaşarız, eşin dostun, hısım akrabanın, konu komşunun, iş arkadaşlarının yüzüne nasıl bakarız, devletten hangi muameleyi görürüz demiyorlar… Allah’tan kormaz, kuldan utanmazlar… Bu yaratıklar, hadlerinin bildirilmeyeceğinden eminler. Biz bunları değil darp etmek, bunlara kem gözle baksak, anamızdan doğduğumuza pişman ediliriz diye bir endişeleri yok. Eş dost, hısım akraba, konu komşu, iş arkadaşları mühim değil; uyuşuk cemiyetten de uzun vadeli düşünmeyen devletten de korkmam!
Eyvah!.. “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” değerini darbımesel yapan bir cemiyette; gazinin, değil kendisine yakınlarına bile hürmet eden, önünden geçmeyen, her sahada ayrıcalıklı muamele eden bir cemiyette zaman içinde “nefret ediyoruz gazilerden!” diyen zehirli otlar bitmiş. Eyvah; vatanı koruyanları koruyacak müeyyide yok olmuş. Nitekim olaya basit bir zabıta vakası gibi bakıldı… Birkaç haddini bilmez, kırmızı ışıkta geçmiş… Neymiş efendim, olayı “şiddetle ve nefretle” kınıyorlarmış… Saldırganlar hakkında dâvâ açılmışmış… Yaptıkları yanına kalmayacakmış. Gazilerimizi ezdirmezmişiz… “Gazilerimize dil uzatan, el kaldıran karşısında beni bulur.” Bunu demekle, yani kendini öne sürmekle cemiyetin gafleti ihanet derecesine varmışlara karşı bir müeyyidesi yok demiş oluyor, farkında değil…
Eyvah!.. “Ya şehit ol, ya gazi!..” diyen ve bu iki yüksek rütbeyi gaye edinen bir millet; “nefret ediyoruz gazilerden” kusmuğunun tahlilini yapamıyor; ne ifade ettiğini anlayamıyor… Onun; Tanzimat’tan beri uygulanan eğitim politikalarının sonucunu –bir laboratuvar kesinliği ile– gösterdiğini göremiyor. Halbuki başta Millî Eğitim Bakanı olmak üzere, herkesin uykuları kaçmalı; herkesi eyvah nereye gidiyoruz diye dehşete düşürmeliydi. “Ahlâk yaramız, beynimizden topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.” (Necip Fazıl; İdeolocya Örgüsü, 89)