Bu Pazar, İstanbul’un fethinin 558. yıldönümü… Bir kez daha, 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Fâtihi yâd edeceğiz, Fethi şâd edeceğiz. Asırlarca dillerimizde ve gönüllerimizde pelesenk olan Fâtih ve Fetih kavramları, inşallah, Tevhid ikliminde milletçe yeniden dirilmemize, yeşermemize, silkinmemize, irkilmemize, uyanmamıza, şuurlanmamıza vesilenin yanında, özlediğimiz ve hasretle yollarını gözlediğimiz fâtihini arayan fetihlerin, fetihlere kilitlenen fâtihlerin habercisi ve müjdecisi olur. Çünkü o tevhid, ezelden ebede kadar gök kubbede dalgalanacak şerefli bayrağımızın mukaddes hilâlinin de ışığıdır. Zira bayrağımızdaki ay yıldız, o Tevhidi ifade eder. Bu nur hamûlesi, Hendek savaşından itibaren yayılmağa, karanlıklar içerisinde çırpınan bahtsızlara, engizisyonlarda soluyan mâsumlara somut bir umut oldu. Hendek kazılırken, yüce peygamberin külüngü ile parçalanan kayadan fırlayan bir çıngı, Arabistan, Irak, İran ve Türkistan’a kadar ulaşıp Türklüğe ebedî zafer azmini ve hayat iksirini sunarken, diğer bir çıngı, Mısır, Trablusgarp, Tunus, Cezayir üstünden İspanya’ya vararak dünya medeniyetinin doğuşunu hazırladı. Bir diğer çıngı ise, Anadolu’nun kalbine uzanarak, evrensel kıymetleri ve faziletleri kahreden yönetim ve yöntemlere büyük Türk hakanı Sultan Alparslan’ın muazzez nefesiyle ilk darbeyi vurdu. Kaldı ki, üç bin yıllık bir geçmişe sahip olan ve dünyanın en büyük ordularını donatan bu milletin kazandığı zaferleri, gerçekleştirdiği fetihleri ve yetiştirdiği fâtihleri saymak, birbiriyle et-tırnak gibi özdeşleşen Fâtih ve Fetih kelimelerini ayrı ayrı yerlerde kullanmak ve hele fethi, Fâtih Sultan Mehmet’ten başkasına yakıştırmak mümkün değildir. Çünkü onların zarflığı ve mazrufluğu târihen tescil ve tesbit edilmiştir. Çünkü Fâtih fetihle güzel, fetih Fâtih ile çok özeldir.
Ashâb-ı Kiram zamanından beri defalarca muhasara edilen İstanbul ve İstanbul’u fethetmek aşkı, daha başlangıçtan beri münferit ve mücerret bir hâdise olmaktan öte, islâmî bir ideal olmuş ve bu ideale pek çok kumandan baş koymuştur. İşte bu ideali destanlaştıran peygamberî nefes: “Kostantınıyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Bu ulvî heyecan şerâresini yaratılışındaki istidatlarla, almış olduğu fennî ve dinî eğitimle birleştirerek, “feth-i mübîn”e hazırlanan Fâtih’e şöyle söyletiyordu: “Ya Bizans beni alır, ya ben Bizans’ı alırım.” Bu karasevda ile 29 Mayıs 1453 sabahı, karadan ve denizden, tarihe yabancı bir taktik ve teknikle icat edilen top gümbürtüleri arasında arzı çatlatan, arşı çınlatan kös, davul, mehter ve tekbir sayhalarıyla Fâtih Sultan Mehmed Han’ın askerleri, Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’un granit surlarını delik-deşik etti. Bu sahneyi, Yahya Kemal’den dinlemek icap ederse: Vur pençe-i âlideki şemşîr aşkına / Gülbang-i asmanı tutan pir aşkına / Düşsün çelengi Rum’un, egilsûn ser-i frenk / Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına / Son savletinle vur ki açılsın bu surlar / Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına.
Bu aşk, Ulubatlı Hasanı kanatlandırdı ve asırlardır gölgesini ümitle bekleyen burçlar onun diktiği sancakla şereflendi. Artık eskimiş, pörsümüş ve köhnemiş Kostantınıyye fethedilmişti. Bu fetih, Türk’ün çağ açıp, çağ kapatan kudretinin bir kere daha tecelli ettiği tarihtir. Bu fetih, nûrun zulmete, ilmin cehêlete, îmanın küfre, cesaretin cebânete, Hakkın bâtıla galebe çaldığı tarihtir. Bu fetih, Muhammedî soluğun kıyamete dek çağları peşinden sürüklemeyi, zaman ve mekâna çıra ve çerağ olmayı muştulayan tarihtir. Bu fetih, Devlet-i Âliyye’yi Osmaniye’nin, Devlet-i Ebet Müddet olma uğruna ahd ve misâkının tescil edildiği tarihtir. Bu fetih, savaşlarda pek görülmemiş ve hâlâ görülmeyen adaleti, emniyeti, iffeti, hürriyeti, hukuku, tahammülü, toleransı, sevgiyi, barışı insanlığa öğreten tarihtir. Bu fetih, bir ses, bir nefes, bir heves, bir seda, bir vefa, bir dua, bir ufuk, bir nutuk, zaman ve mekân perspektifinde bir hatıra, şanlı ecdadın torunlarına mübarek bir vedîadır. Bu fetih, harflerden hecelere bir hayat, hecelerden kelimelere bir ruhsat, kelimelerden satırlara bir kelam, satırlardan sadırlara bir selamdır. Şair ne güzel söylemiş: Tarihi çevir nal sesi, kısrak sesi bunlar / Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hun’lar / Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler / Türk’ün yüce tarihîne bin bir zafer ekler / Dünya atının nalları altında ezildi / Kaç haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi / Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden / Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden.