Tarihin en zor sahnelerinden biri daha yaşanıyor, az sayıdaki bir topluluk, sayısı ve gücü kat kat fazla olan bir orduyla karşı karşıya geliyordu. Tâlût (Saul) komutasındaki İsrâiloğulları, zalim hükümdar Câlût’a (Golyat) karşı harekete geçmişlerdi. Tâlût, Kudüs’ten ayrılınca askerlerine: “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan kana kana içerse benden değildir. Eliyle sadece bir avuç almak dışında kim ondan tatmazsa bendendir.” (Bakara 2/249) demişti. Ancak nehre varınca, “Pek azı dışında onların hepsi ırmaktan içtiler.” Nihayet Tâlût ve beraberindeki inananlar ırmağı geçince, (ırmaktan içenler),“Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur.” dediler. Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, “Nice az sayıdaki topluluk, Allah’ın izniyle, çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/249) diyerek cevap veriyor ve daha da azalan sayılarına rağmen bütün samimiyetleriyle Rablerine yönelerek, “Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver, o kâfir kavme karşı bize yardım et ve zafer ihsan eyle.” (Bakara, 2/250.) diye dua ediyorlardı. “Bana dua edin karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60.) sözünün sahibi Yüce Allah kendisine gönülden bağlananları, zalim kral Câlût’a karşı yalnız bırakmamıştı: “Sonunda, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah da ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet (nübüvvet) verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.” (Bakara, 2/251.) Böylece Hz. Dâvûd, iktidar ve nübüvveti şahsında birleştiren ilk peygamber oldu.
İshak Peygamber’in on birinci kuşak torunu olan Hz. Dâvûd, Kitâb-ı Mukaddes’te Dâvid veya Dâvîd şeklinde yer almaktadır. O, milâttan önce 1015-975 yılları arasında Filistin bölgesinde, İsrâiloğulları’nın kralı olmuş ve onlara Hz. Musa’nın getirdiği şeriatı uygulamıştır. Yahudi literatüründe Hz. Dâvûd hakkında çok fazla bilgi bulmak mümkündür. Bir kısmı bazı tarih ve hadis kaynakları vasıtasıyla İslâm kültürüne de girmiş bulunan bu bilgilerin büyük çoğunluğu, İslâm inancında peygamberlere ait sıfatlardan kabul edilen ve günah işlemekten Allah tarafından korunma anlamına gelen, ismet sıfatıyla bağdaşmayacak türdedir. Bu yüzden mümin, bu konuda sadece Kur’an’da ve sahih hadislerde yer alan anlatımlara itibar etmelidir. Dâvûd Peygamber’in, bir komutanının karısına göz diktiğine dair Eski Ahid’de ve bazı tefsir kaynaklarımızda yer alan meşhur kıssa bunun tipik bir örneğidir. Söz konusu hadise şu âyetle ilişkilendirilmektedir:
“(Ey Muhammed!) Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mâbedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. ‘Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster.’ dediler. Onlardan biri şöyle dedi: Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver.’ dedi ve tartışmada bana galip geldi. Dâvûd, ‘Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi.” (Sâd, 38/21-24) Hz. Dâvûd’un olayın sonunda secdeye kapanıp istiğfar dilemesiyle yaşanan hadise arasında bir bağ kuran birtakım söylentiler, Dâvûd’un önceden işlediği iddia edilen büyük bir günaha atıfta bulunmaktadır. Güya doksan dokuz karısı olan Dâvûd Peygamber, sadece bir karısı olan bir komutanının karısına göz dikmiş, onu da almak suretiyle eşlerini yüze tamamlamıştır. Bazı İslâm kaynaklarına da girmiş bulunan bu kıssa, sahih olmadığı gibi Kur’an’ın övgü dolu ifadelerle söz ettiği ve Peygamber Efendimizin, “İnsanların Allah’a en çok ibadet edeniydi.” şeklinde vasıflandırdığı Dâvûd Peygamber’in şahsiyetiyle de bağdaşmamaktadır.
İbrânîce’de “en çok sevilen kişi”, “göz bebeği” anlamlarına gelen “Dâvûd”, Kur’an’da on altı kez zikredilmektedir. Onun peygamber olduğunu ifade eden yukarıdaki kıssanın yanı sıra kendisine “Zebur” verildiği ifade edilmekte, Kur’an, “Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da, ‘Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım vâris olacaktır.’ diye yazmıştık.” (Enbiyâ, 21/105.) âyetiyle ona atıfta bulunmaktadır. Bunun dışında Allah’ın bir fazlı ve lütfu olarak Dâvûd Peygamber’in demiri yumuşatıp ona şekil vermek suretiyle zırh yapma zanaatına sahip olduğu, güçlü olduğu ve Allah’a çokça sığındığı, iktidarının güçlendirildiği ve kendisine “hikmet” ile “fasl-ı hitap” (hakkı bâtıldan ayırma yeteneği) ve “ilim” verildiği Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilmektedir.
Peygamber Efendimiz (sav), zaman zaman ashâbına peygamberlerin yaşantılarından kesitler sunarak birtakım ahlâkî öğütlerde bulunmuştur. Bu bağlamda Hz. Dâvûd, Resûlullah’ın (sav) çeşitli münasebetlerle en çok atıfta bulunduğu peygamberlerden biridir. Hadislerde Hz. Dâvûd’un daha çok iş ve ibadet hayatıyla ilgili bazı ayrıntılar dikkat çekmektedir. Nitekim Resûlullah, kendisi gibi Musa ve Dâvûd’un da çobanlık yaptığını söylemiştir. Yine Hz. Dâvûd’un mesleğini ve geçimini nasıl kazandığına dair bir başka hadiste Allah Resûlü şöyle demektedir: “Dâvûd’a (as) (Zebur’u) okumak kolaylaştırıldı. O, binek hayvanlarının sefere hazırlanmasını emrederdi, onlar da eyerlenirdi. Ancak hayvanlar eyerlenmeden önce (Zebur’dan) okuyacağını okurdu. Ayrıca o, kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi.” Bir başka hadiste de Dâvûd Peygamber’in hükümdar olmasına rağmen kendi geçimini temin etmesi, helâl rızık peşinde olanlar için ideal bir davranış olarak gösterilmiştir: “Hiç kimse kendi el emeğinden daha hayırlı bir yiyecek yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (as) da kendi elinin emeğinden yer idi.”
Dâvûd Peygamber’in şahsına münhasır bazı meziyetleri de hadislere konu olmuştur. Sesinin güzelliği, Hz. Dâvûd’la özdeşleşen bir haslettir. Öyle ki etkileyici ve güzel ses için “Dâvûdî” denmiştir. Resûlullah döneminde de bu özellikte sahâbîler mevcuttur. Bir gece etkileyici bir sesle Kur’an okunduğunu duyan Hz. Peygamber, sesin sahibi Ebû Musa el- Eş’arî’ye şöyle iltifat etmiştir: “Dün gece senin okuyuşunu dinlerken keşke beni bir görseydin! Dâvûd Peygamber’e verilen güzel sesten sana da verilmiş.”
Sevgili Peygamberimiz, Hz. Dâvûd’u en çok ibadet hayatıyla anmış, bu münasebetle ashâbına bazı tavsiyelerde bulunmuştur. “Allah’ın en çok hoşnut olduğu oruç, Dâvûd’un orucudur. O, yılın yarısını oruçlu geçirirdi. Yüce Allah’ın en çok hoşnut olduğu namaz da Dâvûd’un (as) namazıdır. O, gecenin yarısını uyku ile geçirir, sonra kalkıp namaz kılar, sonra gecenin kalanında yine uyurdu.” buyuran Peygamber Efendimiz (sav), ashâbından ibadete düşkün olan ve daha fazla ibadet etmek isteyenlere Hz. Dâvûd’un ibadet hayatını örnek göstermiştir. Nitekim bu sahâbîlerden biri olan Abdullah b. Amr, senenin tüm günlerini oruçla ve her gecesini namazla geçirmek istediğini Resûlullah’a ilettiğinde, ondan, “Dâvûd Peygamber’in orucu gibi oruç tut; Dâvûd Peygamber’in orucundan fazla bir oruç yoktur.” karşılığını almıştır. Abdullah, Dâvûd Peygamber’in orucunun nasıl olduğunu sorunca Resûl-i Ekrem, bunun bir gün oruç tutmak, bir gün tutmamak şeklinde senenin yarısını oruçlu geçirmek olduğunu söylemiştir.
Takvimler, milâttan önce onuncu yüzyılı gösterirken Allah Teâlâ, Hz. Dâvûd’a göz aydınlığı olacak bir evlât bahşetmiş, o da evlâdına, “doğru, dürüst, kusursuz” mânâlarına gelen “selim”in eş anlamlısı Süleyman ismini koymuştu. Kur’ân-ı Kerîm’de, “O ne güzel bir kuldu. Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 38/30.) ifadeleriyle övülen Hz. Süleyman’ın aynı zamanda Allah katında yüksek bir makama ve güzel bir geleceğe sahip olduğu ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra o, dünyada da pek az kişiye nasip olan çeşitli nimetlerle ilâhî iltifata mazhar olmuştur. Kendisine ilim verilen, kuşdili öğretilen, karıncaların dilinden anlayan, rüzgâra ve cinlere hükmedebilen ve her şeyden nasip verilmiş bir peygamberdi.
Babası Hz. Dâvûd hakkında olduğu gibi Hz. Süleyman’a ilişkin de Yahudi edebiyatında çok çeşitli bilgiler yer almaktadır. Kur’an ve sahih hadislerde onun hakkında detaylı mâlûmat yer almamakla birlikte, özellikle onun yargıya konu olmuş bazı meselelere getirdiği çözümler âyet ve hadislerde yer almaktadır. Nitekim bir defasında anlaşmazlığa düşen iki kişi, Hz. Dâvûd ile oğlu Hz. Süleyman’ın huzuruna gelmişlerdi. Kur’an’da, “Dâvûd ile Süleyman’ı da hatırla. Hani bir ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü halkın koyunları o ekine girmişti. Biz de hükümlerine şahit olmuştuk.” (Enbiyâ, 21/78.) âyetleriyle hatırlatılan bu olaya göre şikâyetçilerden birinin koyun sürüsü diğerinin tarlasına geceleyin girmiş ve zarar vermişti. Dâvûd (as) kendi ictihadıyla koyunların değerini zarara denk görmüş, bu nedenle de koyunların tarla sahibine verilmesine karar vermişti. Ancak Hz. Süleyman, tarlanın koyun sahibine, koyunların da tarla sahibine verilmesinin daha uygun olacağına hükmetmişti. Böylece koyun sahibi, tarlayı zarardan önceki hâline getirinceye kadar, tarla sahibi koyunların yününden, sütünden ve kuzularından yararlanabilecek, tarla sahibinin zararı karşılanınca tarla ve koyunlar sahiplerine iade edilecekti. Bu düşüncesini babasına söyleyince, oğlu Süleyman’ın hükmü babasının çok hoşuna gitmiş ve kararını buna göre vermişti.
Daha küçük yaşta olaylara hâkimiyetiyle dikkat çeken Süleyman (as), bir keresinde de çocuklarından birini kurda kaptıran iki kadının aynı çocuk üzerinde annelik iddia etmesiyle karşılaştığında, “Bana bir bıçak getirin de onu sizin aranızda paylaştırayım.” diyerek kadınların tepkisini ölçmüş ve kadınlardan birinin feryat ederek, “Çocuk onundur aman yeter ki ona zarar vermeyin!” demesine şahit olunca da babası Hz. Dâvûd’un aksine bir hüküm vererek gerçek annenin çocuğun kılına dahi zarar gelmemesini isteyen diğer kadının olduğuna hükmederek onun, verdiği hükmü değiştirmesine sebep olmuştur.
Babası Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman’a, Kudüs’te inşa etmek için hazırlıklarına başladığı, fakat tamamlayamadığı mâbedin inşasını bitirmesini vasiyet etmişti. Süleyman (as) babasının vasiyetine uyarak, Kudüs’te önce Beytü’l-Makdis’i, ardından da muhteşem bir saray inşa ettirmiştir.
Mescidin yapımı bitince hem babasının vasiyetini yerine getirmenin, hem de Allah’ın evi olma özelliğine sahip bir mâbet inşa etmenin huzuruyla Allah’a şükretmiş ve şöyle demiştir: “Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, ben- den sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!” (Sâd, 38/35.)
Peygamber Efendimiz de, Hz. Süleyman’ın üç şey dileği olduğunu söyleyerek şunları anlatmıştır: “Dâvûd oğlu Süleyman (as), Beytü’l-Makdis’i inşa edince Yüce Allah’tan üç şey istedi: (Birincisi) Doğru ve isabetli hüküm verme yeteneğinin kendisine verilmesini istedi ki bu kendisine verildi. (İkincisi) Kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir iktidar verilmesini istedi, bu da kendisine verildi. (Üçüncüsü) Mescidin inşaatını bitirdikten sonra, ‘bu mescide sadece namaz kılma düşüncesiyle gelen bir kimseyi annesinden yeni doğmuş gibi oradan çıkarmasını’ Allah’tan niyaz etti.” Başka bir rivayette yer alan ayrıntıya göre, Resûlullah’ın (sav), “Süleyman’ın ilk iki dileği gerçekleşmiştir; üçüncüsünün de kendisine verilmiş olmasını umarım.” dediği nakledilmektedir.
Hz. Süleyman, kendi yaşadığı dönemde öylesine bir hâkimiyet kur- muştu ki görenlerin buna hayran kalmaması mümkün değildi. Onun (as) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu42 ile kurduğu hâkimiyet, tarihte hiç kimseye nasip olmamıştı. Hz. Süleyman’ın sarayı döneminin en ileri tekniği kullanılarak inşa edilmiş ve göz alıcı sanat eserleri benzersiz bir estetik anlayışı ile yerleştirilmişti. Saray, görenlerde büyük bir hayranlık uyandırıyordu. Hz. Süleyman’ın sahip olduğu hükümdarlığın ihtişamına karşı hayranlığı en derinden yaşayanlardan biri de onunla aynı dönemde yaşayan bir kavmin yöneticisi olan Sebe melikesi Belkıs idi.
Hz. Süleyman, Sebe melikesi Belkıs’ın varlığını, ordusu içinde yer alan Hüdhüd isimli bir kuşun kendisine haber getirmesi sayesinde öğrenmişti: “Derken uzun zaman geçmeden (Hüdhüd) geldi ve dedi ki: Senin öğrenemediğin bir şeyi, ben öğrendim ve sana Sebe’den kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki kendisine her şeyden verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp da güneşe secde ederlerken buldum. Şeytan onlara yaptıklarını süslemiş, böylece onları (doğru) yoldan alı- koymuş; bundan dolayı hidayet bulmuyorlar.” (Neml, 27/22-24.)
Bu haberin üzerine Hz. Süleyman, güneşe secde eden Sebe halkını, imana davet etmek için onlara, “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Neml, 27/30.) şeklinde başlayan bir mektup göndermiş ve tüm kavmi kendisine teslim olmaya çağırmıştı.
Hz. Süleyman, Sebe melikesi Belkıs’a gönderdiği ve Allah’ın adı ile başlayan mektubunda, gücünün Yüce Rabbinden geldiğini ve karşı koyamayacakları bir kuvvete sahip olduğunu hissettirmişti. Vezirlerine danışan Sebe melikesi, Hz. Süleyman’ın yanına gitmeye karar vermiş, onun sarayına gittiğinde o güne kadar hiç görmediği büyük bir mülk ve zenginlikle karşılaşmıştı. Camdan olan köşk zemini öylesine gerçekti ki saraya girdiğinde zemini su zannedip ıslanmaması için eteklerini toplayarak yürümesi gerektiğini düşünmüş ve eteğini çekerek sudan sakınmaya çalışmıştı. Bunun üzerine Süleyman (as), “Gerçekte bu, saydam camdan yapılmış bir köşk zemindir.” deyince Belkıs şöyle cevap vermişti: “Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” (Neml, 27/44.)
Sarayın güzelliği ve ihtişamı, Hz. Süleyman’ın (as) sahip olduğu gücü ve zenginliği yansıtıyordu. Belkıs’ın hayranlığı bununla da kalmamış, kendi sultanlık tahtını Süleyman’ın sarayında görünce daha da şaşırmıştı. “Nasıl olur da kendi sarayımda bıraktığım taht burada olabilir?” düşüncesi içini kemirmekteydi. Hayranlık, şaşkınlığa dönüşmüştü. Hz. Süleyman, yardımcılarına Belkıs daha kendi yanına gelmeden evvel, “Ey ulular! Hanginiz melikenin tahtını bana getirebilir?” (Neml, 27/38.) diye sormuş, “Allah tarafından verilmiş bir ilmi olan kimse, ‘Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.’” diye cevap vermiş ve “Süleyman, kraliçenin tahtını bir anda yanı başında görmüştü.” (Neml, 27/38.)
Hz. Süleyman, Rabbine tam bir teslimiyet ile bağlıydı. Kendisine nimet olarak bahşedilen ve Rabbini anmak için istediği bu büyük zenginliği yine yalnızca Allah’ı razı etmek ve insanların kalbini Allah katındaki tek din olan İslâm’a ısındırmak için kullanmış, Rabbinin verdiği nimetlere şükrünü hiç eksik etmemişti. Hz. Süleyman, Rabbine kavuşurken de insanlara mesaj vermişti. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Süleyman’ın can emanetini Rabbine teslim etmesine rağmen bu durumu anlamayan cinlerin günlerce başlarında Hz. Süleyman varmışçasına çalıştıklarının anlatılması, geleceği bildiklerine inanılan cinlerin aslında böyle bir özelliklerinin olmadığı gerçeğini açıkça ortaya koyuyordu.
Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman, hükümdarlığın, zenginliğin ve sahip olunan her türlü değerin Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için kullanılması gereken birer nimet olduğunu yaşantılarıyla ortaya koymuşlar, insana verilen nimetlerin Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için birer vesile olarak kabul edilmesinin en güzel örneğini yaşantılarıyla göstermişlerdir. Dünyada pek kimseye nasip olmayan şan, şöhret ve yüksek makama sahip olmalarına rağmen onlar, Allah’ın sevgisini kazanmayı amaçlamışlardır. Resûl-i Ekrem (sav) Dâvûd Peygamber’in şöyle dua ettiğini söylemektedir: “Allah’ım! Senden, senin sevgini, seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine ulaştıran ameli isterim. Allah’ım! Senin sevgini, bana kendimden, ailemden ve serin sudan daha sevimli kıl.”
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver, o kâfir kavme karşı bize yardım et ve zafer ihsan eyle.”(Bakara, 2/250.)
GÜNÜN HADİSİ:
“Hiç kimse kendi el emeğinden daha hayırlı bir yiyecek yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (as) da kendi elinin emeğinden yer idi.”
GÜNÜN DUASI:
“Allah’ım Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır”
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Davud orucu nedir?
CEVAP: Bir gün oruç tutup bir gün tutmamaya “Dâvûd orucu” denir. Bu ismin veriliş nedeni Hz. Dâvûd’un (a.s.) bu şekilde oruç tutmuş olmasıdır. Bu oruca söz konusu ismi bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) vermiş ve faziletini şöyle belirtmiştir: “En faziletli oruç Davud’un (a.s.) tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.” (Nesâî, Sıyâm, 76 [2388]; bkz. Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 38 [3420], Savm, 56 [1976]; Müslim, Sıyâm, 181 [1159]). Yine Hz. Peygamber (s.a.s), “Allah’ın en çok sevdiği oruç Dâvûd Peygamberin (a.s.) orucudur.” (Buhârî, Teheccüd, 7 [1131]; Müslim, Sıyâm, 189-190 [1159]) buyurmuştur.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları