Mısır’ın kızgın çölüne hayat veren Nil, o gün sanki daha bir hızlı akıyordu. Kıyıda, dizlerine kadar nehre girmiş kadının gözleri, bu köpüklü bulanık suya takılıp kalmıştı. Sonra kucağındaki çocuğun sevimli, masum yüzüne son kez baktı. Hâkim olamadığı gözyaşları Nil’e karışırken bir taraftan da kendi kendine soruyordu: “Çocuğumu kendi ellerimle bu uçsuz bucaksız koca Nil’e nasıl bırakabilirim!”
Ancak bunu yapmaya mecburdu; çünkü biliyordu ki Firavun’un adamları eğer onu bulurlarsa gözlerini bile kırpmadan öldüreceklerdi. En azından Mısır’a hayat veren Nil, belki biricik ciğerparesine de hayat verirdi. Zira daha önce kendisine şöyle vahyedilmişti: “...Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.” (Kasas, 28/7.)
Oğlunu, beraberinde getirdiği sandığa yatırdı ve onu şefkatle suya koydu. Onu, gerçek sahibine emanet ediyordu. Evet, bu onu son görüşü değildi. Zira annenin gönlüne bir vahiy, bir ilham hâlinde bu güveni aktaran bizzat Allah Teâlâ idi.
Artık tarihin kalbi, bu hadiseden bir müddet sonra ve bu hüzünlü sahnenin yaşandığı yerin az ilerisinde, Firavun’un sarayında atmaktaydı. Firavun’un hanımı Âsiye, yalvaran gözlerle eşine bakmakta, bir taraftan da askerlerin getirdiği çocuğu göstererek heyecanla konuşmaktaydı: “...Bana da, sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz...” (Kasas, 28/9.)
Firavun, bir süre önce gördüğü rüyayı hatırladı. Rüyasında Beytü’l- Makdis’te başlayan bir yangının Mısır’a kadar ulaştığını görmüştü. Ancak Mısır’ı ve Mısırlıları yakıp kavuran bu yangın nedense İsrâiloğulları’na dokunmamıştı. Oldukça etkilendiği bu rüyayı hemen falcılara ve sihirbazlara anlatmış, yorumunu sormuştu. Onlara göre rüya, Beytü’l-Makdis tarafından İsrâiloğulları’na mensup bir adamın geleceğine ve Mısır’ın helâkine sebep olacağına işaret ediyordu. Bu yorum üzerine Firavun hemen tedbir almış, İsrâiloğulları’nın yeni doğan bütün oğlan çocuklarının öldürülmesini emretmişti.
O dönemde İsrâiloğulları Mısır’da yaşıyordu. Allah Teâlâ, Mısır kralı Firavun’u ve adamlarını, bol bol bahşettiği zenginlikler, ziynet ve mallar ile imtihan ederken İsrâiloğulları’nı da Firavun ile sınıyordu. Nitekim Yüce Allah, Hz. Peygamber dönemi Yahudilerine, geçmişten ibret almaları için bu olayı şöyle hatırlatıyordu: “(Ey İsrâiloğulları!) Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı.” (Bakara, 2/49.)
Bu, gerçekten ağır bir imtihandı. Fakat adaleti ve hikmeti sınırsız olan Yüce Rahmân, onları bu büyük sıkıntıdan kurtaracak rehberi de yine bu işkence döneminde göndermişti. Bu kurtarıcı, Hz. Musa idi. Erkek çocukların öldürüldüğü günlerde doğan bu İsrâiloğlu için kurtuluş planını da yine Allah Teâlâ yapmıştı. Bu ilâhî plana göre, annesi Musa’sını Nil’e bırakacak, nehir onu sahile atacak, hem Allah’a hem de Musa’ya düşman olan birisi de onu sahilden alacaktı.
Gerçekten de onu nehir kıyısında Âsiye’nin cariyeleri buldu. Şüphesiz diğerleri gibi bu İsrâiloğlu’nun da öldürülmesi gerekiyordu. Zira Firavun böyle emir vermişti. Fakat ilâhî takdir bu noktada kalp gözü açık bir hak taraftarına rol veriyordu. Firavun’un hanımı Hz. Âsiye, İsrâiloğulları’na yapılan muamelenin zulüm olduğunu biliyor ama korkusundan bir şey diyemiyordu. Nehir kıyısında bir oğlan çocuk bulunduğunu ve Firavun’a götürüldüğünü haber alınca kendine hâkim olamamış, belki de korku ve tereddüdünü yenerek eşinin huzuruna çıkmıştı.
İşte bu noktada ilâhî takdir, Firavun’un tedbirinin önüne geçmişti. Gördüğü rüyayı ve gereği için aldığı karara rağmen Firavun, sevgili eşinin hatırı için çocuğun canını bağışlamıştı. Fakat ne o, ne de adamları, (işin) farkında değildi. Merhameti sınırsız Yüce Allah, şüphesiz bir an- nenin çocuğuna duyduğu sevginin de farkındaydı. Çocuğundan ayrılmanın verdiği hüzünle sabahı zor eden anne, neredeyse onun kendine ait olduğunu açığa vuracaktı. Fakat Allah Teâlâ, inananlardan olsun diye kalbine sabır verip onu kendine bağlamıştı. Yüreği yanan anne, Musa’nın ablasından onu izlemesini istemiş, o da başkaları fark etmeyecek şekilde kardeşini gözetlemişti.
İlâhî takdir gereği sandıktaki küçük Musa, Firavun’un sarayına alınmıştı. Emzirilmesi için derhâl sütanne arandıysa da Yüce Allah, Musa’nın herhangi bir sütanneyi kabul etmesine engel oldu. İşte tam bu aşamada, Musa’nın ablası, ona içtenlikle bakabilecek bir aile gösterebileceğini Firavun ailesine söyledi. İşaret edilen kişi şüphesiz Musa’nın öz annesiydi. Bu teklif kabul edilmiş ve anne yeniden Musa’sına kavuşmuştu. Gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah’ın verdiği sözün gerçekleşeceğini bilsin diye oğlu kendisine iade edilmişti.
Musa bundan sonrasını can düşmanıyla yan yana, ama anne sıcaklığında ve saray imkânlarında yaşayacaktır. Fakat her yerde ve her zaman, “...(Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” (Tâ-Hâ,20/39.) diyen ilâhî takdirin gözetimi altındadır ve erginlik çağına yetişip olgunlaşınca da ona ilim ve hikmet verilir. O artık bilgili ve kavrayışı güçlü bir kişidir fakat hâlâ olgunlaşması tamamlanmamıştır.
Bir gün Musa şehirde dolaşırken bir kavgaya şahit olur. İsrâiloğulları’ndan biri, bir Mısırlı ile kavga etmektedir. İsrâiloğlu kendisinden yardım isteyince kavgaya müdahil olan Musa vurduğu bir yumrukla Mısırlının ölümüne sebebiyet verir. Ancak bu kavgada haksız olan İsrâiloğlu’dur. Hemen Allah’tan af diler ve olaydan çıkardığı dersi O’na itiraf eder: “Rab- bim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla... Bana verdiğin nimete andolsun ki artık suçlulara asla yardım etmeyeceğim!” (Kasas, 28/15-17.) Ancak hadise duyulmuş ve şehrin ileri gelenleri Musa hakkında ölüm kararı almıştır. Bu haber kendisine ulaştığında Musa korku içinde ve etrafı gözetleyerek Mısır’ı terk eder. “Rabbim! Beni bu zalim milletten kurtar.” (Kasas, 28/20-22.) diye dua ederek Akabe Körfezi’nin doğu kıyılarında uzanan alan içerisindeki Medyen şehrine doğru yola çıkar.
Hz. Musa, Medyen suyuna varınca hayvanlarını sulayan bazı çobanlar görür. Onların gerisinde sıra bekleyen ve hayvanlarının diğerlerine karışmasına engel olmaya çalışan iki kız vardır. Onlara, neden geride durduklarını sorar. Kızlar, “Çobanlar (hayvanlarını) sulamadan biz sulayamayız. Babamız çok yaşlı.” derler. Hz. Musa kızların hayvanlarını sulayıverir. Sonra gölgeye çekilip, “Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfu- na) muhtacım.” (Kasas, 28/24.) diye dua etmeye başlar. Çünkü hem karnı açtır hem de korku içindedir. Kızlar, babaları Hz. Şuayb’ın yanına dönünce, bu olayı ve Musa’nın söylediklerini anlatırlar. Musa’nın aç olduğunu anlayan Hz. Şuayb, kızlarından birinden gidip onu çağırmasını ister. Onu çağırmaya giden kız, Musa’nın yanına gelince saygısından yüzünü örter ve “Hayvanlarımızı sulamanın ücretini vermek için babam seni çağırıyor.” der. (Kasas, 28/20-22.)
Musa bu davete icabet eder ve ev sahibine başından geçenleri anlatır. Bunun üzerine ev sahibi Şuayb (as), ona korkmaması gerektiğini, çünkü zalimlerden kurtulduğunu söyler. Bu arada kızlarından biri, “Babacığım, onu ücretle tut. Herhalde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır.” der. (Kasas, 28/25-26.) Hz. Şuayb da, “...Ben, sekiz yıl bana çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birisini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer sen bunu on yıla tamamlarsan, o da senden olur. Ben seni zora koşmak da istemiyorum. İnşallah beni salih kimselerden bulacaksın.” (Kasas, 28/27.) der. Hz. Musa bu teklifi kabul eder. Böylece Hz. Musa, kızlarından biri ile evlenmesi ve karnının doyurulması karşılığında sekiz veya on yıl çalışmak üzere Hz. Şuayb ile bir sözleşme yapar.
Sonunda süre dolar ve Hz. Musa Medyen’den ayrılır. Uzun süre önce terk etmek zorunda kaldığı Mısır’a doğru yola çıkar. Bu kez yanında ailesi de vardır. Tûr civarına geldiklerinde bir ateş görürler. Hz. Musa, yolu sormak ve ısınmak üzere biraz ateş istemek için o tarafa doğru yürür. Fakat bulduğu, hiç beklemediği bir şeydir. Ve orada farklı bir ses işitir: “... Ey Musa! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!” (Kasas, 28/30.) “Ben seni kendim için (peygamber olarak) seçtim.” (Tâ-hâ,20/41.)
İşte peygamberlik alâmeti olan vahiy başlamıştı! Yüce Allah onunla konuşmuş, kendisine peygamber olarak seçildiğini bildirmiş, buna dair mucizeler göstermişti. Rabbi Musa’ya şöyle seslenmişti: “Âsânı (yere) at!” (Kasas, 28/31.) Musa, yere attığı âsânın bir yılana dönüşüp hızlı hızlı hareket ettiğini görünce şaşırdı ve korktu. Dönüp kaçmaya başladı. Bunun üzerine Allah, “Ey Musa! Gel, korkma! Zira sen emniyette olanlardansın! Elini koynuna sok (alaca hastalığı gibi) bir hastalık sebebiyle olmaksızın bembeyaz bir hâlde çıksın. Korkudan açılan kolunu kendine çek (toparlan)...” (Kasas, 28/31-32.) buyurdu.
Allah Teâlâ daha sonra Hz. Musa’nın bu mucizeleri kimlere karşı kullanacağını da ifade buyurmuştu: “Andolsun ki biz Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik...” (Mü’min, 40/23-24.)
Hz. Musa’ya öncelikle Firavun’a gitmesi ve gerektiğinde kendisine verilen mucizelere başvurması emredildi ve şöyle denildi: “Firavun’a git! Çünkü o, iyice azdı!” (Tâ-Hâ, 20/24.) “...İşte bunlar (mucizeler), Firavun ve ileri gelen adamlarına (göstermen için) Rabbin tarafından (sana verilen) iki delildir...” (Kasas, 28/32.)
Allah Teâlâ, rahmetinin bir göstergesi olarak Hz. Musa’ya, kardeşi Harun’u ihsan etmiş ve onu da peygamber olarak görevlendirmiştir.
Firavun’un huzuruna çıkan Hz. Musa, “Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” diyerek (A’râf, 7/104.) söze başlar ve görevinin, “Allah hakkında sadece gerçekleri söylemek.” (A’râf, 7/105.) olduğuna dikkat çeker. Zaten bütün peygamberlerin temel görevi de bu değil midir? Nitekim Allah Teâlâ, Tûr’da peygamberlik verdiği gün de Hz. Musa’ya bu hususları hatırlatmış ve muhataplarına bu gerçekleri anlatmasını istemiştir: “Şüphe yok ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl. Kıyamet mutlaka gelecektir. Herkes iş- lediğinin karşılığını görsün diye, neredeyse onu gizleyecek (geleceğinden hiç söz etmeyecek)tim. Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler, seni ondan (ona hazırlanmaktan) sakın alıkoymasın, sonra helâk olursun.” (Tâ-Hâ, 20/14-16.)
Allah Teâlâ’nın dikkat çektiği bu ilkeler; nefislerin arzularına gem vurmayı, hayatı dünyadan ibaret gören sığ anlayışı değiştirip yerine hak, hukuk, adalet kavramlarını koymayı, atılan her adımı “hesap” düşüncesine göre atmayı gerektirecektir. Fakat yüzyıllardır ilâhlık iddiasıyla kendi dünyasını yönetmeye alışmış bir nesilden gelen Firavun’un, “gerçek” ve “tek” olduğu söylenen bir Allah’ın yönetimi altına girmeyi kabul etmesi düşünülebilir mi? O, hemen Musa’ya dönmüş, onu önce nankörlükle suçlamış, mağlup ve mahcup duruma düşüreceğinden emin bir şekilde gerçekten Allah tarafından gönderildiğine delâlet edecek mucizeler istemiştir. Ancak Allah Teâlâ Musa’yı bu talebe hazırlamıştır. Hz. Musa hemen “beyaz el” ve “âsâ” mucizelerini gösterir. Fakat Firavun onun çok bilgili bir büyücü olduğunu, büyüsü ile o bölgenin halkını yurtlarından çıkarmak istediğini iddia eder.
Firavun, çevresindekilerin teklifi ile Hz. Musa’ya aynı yoldan cevap verebilmek için ülkenin bütün büyücülerini toplar. Musa’nın yalan söylediğini ispatlamak için onu kendi emri altındaki en maharetli sihirbazlar ile yarıştırır. Fakat netice hiç de Firavun’un istediği gibi çıkmaz; Musa’nın âsâsı, sihirbazların göz aldanmasına dayalı olan oyunlarını yutar. Sonuç dehşet vericidir. İşin büyü olmadığını çok iyi anlayan sihirbazlar, hemen secdeye kapanırlar. Âlemlerin Rabbi olan, Musa ve Harun’un Rabbine iman ederler. Firavun, kendisinden izin almadan Allah’a iman eden bu sihirbazların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirir, sonra da hepsini astırır.
Gerilim tırmanmış, sıkıntılı günler birbirini kovalamaya başlamıştır. Firavun tekrar İsrâiloğulları’na karşı korkunç bir zulüm ve işkence faaliyeti başlatır. Bu durum karşısında Hz. Musa, iman edenleri teskin etmekte, “...Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. (Hayırlı) sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (A’râf, 7/128.) demektedir. Onlar ise Hz. Musa’ya sitem eder, “Sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da.” derler. Ancak Musa, bir taraftan, “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve sizi bu yerde (Mısır’da) egemen kılıp, nasıl davranacağınıza bakacaktır.” (A’râf, 7/129.) “Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a iman etmişseniz, eğer O’na teslim olmuş kimseler iseniz, artık sadece O’na tevekkül edin.” (Yûnus, 10/84.) uyarısında bulunurken, diğer taraftan da, artık hidayetinden umudunu kestiği Firavun ve adamlarını Yüce Allah’a havale eder: “...Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz! Sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver; çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler.” (Yûnus, 10/88.)
Sonunda beklenen müjde gelmiştir ve Allah, elçilerine şöyle seslenir: “Her ikinizin de duası kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta devam edin ve sakın bilmeyenlerin yolunda gitmeyin.” (Yûnus, 10/89.) Ardından Hz. Musa’ya şu emri verir: “... Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç.” (Tâ-Hâ 20/77; Şuarâ, 26/52.)
Hz. Musa ve İsrâiloğulları’nın geceleyin yola çıktığını duyan Firavun, güneş doğarken onların peşine düşer. Hızla yol alan Firavun ordusu çok geçmeden kafileye yetişir. Aralarındaki mesafe hızla kapanmaktadır. İşte bu kez sonlarının geldiğini düşünen İsrâiloğulları, yanıldığını düşündükleri Hz. Musa’ya bakarlar: “Eyvah yakalandık!” (Şuarâ, 26/52-61.)
Ancak Allah’ın Elçisi, ilâhî vaade sonuna kadar güvenmektedir: “Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.” (Şuarâ, 26/52-62.) Nitekim onun sabrı ve güveni karşılıksız bırakılmaz; Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya şöyle buyurur: “Âsânla denize vur!” (Şuarâ, 26/52-63.)
Hz. Musa, âsâsını denize vurur vurmaz İsrâiloğulları’nın gözü önünde bir mucize daha gerçekleşir. Deniz, âsânın dokunduğu yerden ikiye ayrılır ve iki tarafı dağ gibi kabarır. Böylece ortada, Allah’ın vaad ettiği gibi, “kuru bir yol” ortaya çıkar. Musa ve beraberindekiler bu “kurtuluş yoluna” girerler. Bir anlık şaşkınlığı üzerinden atan Firavun ve ordusu da onların peşinden büyük bir hızla açılan bu yola girer. Son İsrâiloğlu karşı kıyıya ayak bastığında, Firavun ve askerleri de denizin ortasındaki bu mucize yola girmiştir. İşte tam bu anda Allah’ın emriyle ayrılan deniz, yeniden birbirine kavuşur. Artık Hz. Musa ve İsrâiloğulları için yıllardır süren zulüm dev dalgaların altında kalarak sona ermiş, Firavun defteri kapanmıştır.
Hz. Musa’nın İsrâiloğulları’na karşı giriştiği mücadele, unutulmaz derslerle ve ibret sahneleriyle dolu uzun bir süreçtir. Allah’ın elçisi olarak o, bu sürecin tamamında hem Yüce Yaratıcı hem de diğer insanlarla ilişkileri düzenleyen temel ilkeleri halkına hatırlatır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya dokuz âyet verdiğini Kur’an’da ifade eder. Bu âyetlerin/ilkelerin İsrâiloğulları’na özgü olan birkaç tanesi dışında hemen hepsi, Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlerin çağrısında da vardır. Nitekim asırlar sonra Allah Resûlü, Hz. Musa’ya verilen bu dokuz âyetin neler olduğunu soran Yahudilere şöyle cevap verir: “Hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayın, hırsızlık etmeyin, zina yapmayın, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere kıymayın, suçsuz bir kimseyi öldürülmesi için idarecilerin yanına götürmeyin, sihirle uğraşmayın, faiz yemeyin, iffetli bir kadına zina iftirasında bulunmayın, savaş günü cepheden kaçmayın. Ayrıca siz Yahudilere mahsus olmak üzere cumartesi günü yasağını çiğnemeyin.”
Hz. Musa’ya ve özellikle de onun Firavun’a karşı verdiği örnek tevhid mücadelesine en büyük saygıyı gösterenler ise Müslümanlar olmuştur. Nitekim Medine’ye geldiğinde Yahudilerin âşûrâ orucu tuttuğunu gören ve bunun sebebini sorunca, “Bugün Allah’ın, Musa’yı ve kavmini kurtarıp Firavun’u ve kavmini (suda) boğduğu büyük bir gündür. Musa şükretmek için bugün oruç tuttu. Biz de (bu nedenle) oruç tutuyoruz.” cevabını alan Allah Resûlü, “Biz Musa’ya sizden daha lâyık ve yakınız...” buyurarak âşûrâ orucunu tutmuş, ashâbına da bu orucu tutmalarını emretmiştir.
Sevgili Peygamberimiz, Hz. Musa’ya ve Hz. Harun’a verdiği değeri her fırsatta vurgulamıştır. Çıktığı bir sefer esnasında yerine vekil bıraktığı Hz. Ali’nin ağladığını gören Allah Resûlü’nün onu teskin etmek için yaptığı benzetmede de yine bu iki ulu peygamber vardır. O gün Hz. Peygamber, “Beni arkada kalan (kadın ve çocuk)larla mı bırakıyorsun?” diyen Hz. Ali’ye, “Musa için Harun ne ise benim için sen de o olmak istemez misin? (Tabi ki) peygamberlik sıfatı müstesna!” buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in, utanma duygusunu teşvik için seçtiği örnek hadisenin kahramanı da yine Hz. Musa’dır: “Şüphesiz Musa, hayâ sahibi bir insan idi.”
Bütün bu vasıflarıyla Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun, dünya yaratıldığı günden beri devam etmekte olan hak ve adalet mücadelesinin iki büyük kahramanı, risâlet zincirinin iki kardeş halkasıdır. Onların Firavun gibi bir güç karşısında sergiledikleri vakur, asil ve sabırlı duruş hayranlık uyandırıcıdır. Defalarca kendilerine ihanet etmelerine rağmen halklarını Allah’ın dinine davet etmekten usanmayan, gönüllere tevhid inancını yerleştirme uğruna kol kola, omuz omuza gayret gösteren bu iki peygamberin mücadele ettiği bütün semboller, ister aynı surette olsun isterse şekil değiştirsin, günümüzde de mevcuttur. Dolayısıyla Hz. Musa’nın ve Hz. Harun’un tarihte bırakılarak unutulması yerine, tanınması, hayatlarının her safhası üzerinde düşünülmesi ve örnek alınması gerekmektedir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM