Ensardan bir adam ile Zübeyr b. Avvâm arasında Hârre mevkiindeki hurmalıkları sulayan kanalların kullanımı konusunda anlaşmazlık çıktı. Bu kanallardan akan su önce Zübeyr”in bahçesine uğruyor, ardından Medineli adamın bahçesine geliyordu. O adam Zübeyr”e, “Suyu bırak, gelsin.” dedi. Fakat Zübeyr bunu kabul etmedi. Bu durum Hz. Peygamber”e (sav) intikal etti. Hz. Peygamber, “Zübeyr! Önce sen sula, sonra suyu komşuna salıver.” buyurdu. Bunu işiten adam, “Zübeyr senin halanın oğlu olduğu için (ona öncelik verdin)!” diye kızgın bir şekilde tepki gösterdi. Adamın bu sözü üzerine Allah Resûlü”nün yüzünün rengi değişti ve “Zübeyr! Sen sula, suyu (hurma ağaçlarının köklerinden oluşan) duvarın hizasına gelinceye kadar tut (sonra salıver).” dedi. Zübeyr, bu olay üzerine şu âyetin nazil olduğunu söylemiştir: “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65)
Bu olayda görüldüğü gibi, insanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar Peygamberimize getirilir, onun verdiği kararlar doğrultusunda bir çözüm ortaya çıkardı. Zübeyr ile Medineli zâtın arasındaki sulama anlaşmazlığında Allah Resûlü, Zübeyr”in olgun davranarak hakkı olan seviyeye kadar suyu biriktirmeden komşusunun bahçesine salıvermesini istemişti. Ancak ensardan olan zâtın verdiği tepkiye alınmış ve Zübeyr”e hakkını sonuna kadar kullanmasını emretmişti. Bu olay üzerine inen âyet, söz konusu tepkinin saygısızca bir hareket olmanın çok daha ötesinde Peygamber”e imanı ve itaati ilgilendiren bir yönü olduğunu göstermekteydi.
Çünkü uygulamasının âdilane olmadığı düşüncesiyle kendisine itiraz edilen, sıradan bir insan değil, Allah”ın en son elçisi idi.
Pek çok âyet-i kerimede Hz. Peygamber”e iman, Allah”a imanla birlikte zikredilir. Kuşkusuz Allah”a iman, Peygamberi”ne imanı gerektirmekte ve bu imanı ikrar ifadesi Peygamberi”nin adını da içermektedir. Allah Resûlü de sevgili amcası Hz. Abbâs”ın naklettiği şu sözünde imanın ancak peygamberi tasdik etmekle tamam olacağını bildirmektedir: “Allah”ı Rab, İslâm”ı din ve Hz. Muhammed”i de resûl olarak kabullenen kişi imanın tadını alır.” (İbn Hanbel, I, 208.)
Hz. Muhammed”in (sav) peygamberliğini kalpten benimsemek, onu her şeyden daha çok sevmek gerçek anlamda iman etmenin bir gereğidir. Enes b. Mâlik”in naklettiğine göre, Sevgili Peygamberimiz bu hususa şöyle dikkat çeker: “Herhangi biriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 8.)
Yüce Allah, müminlere Hz. Peygamber”e sevgi ve tazim göstermeyi emretmiş, kendisinin de ona ne kadar değer verdiğini, onun makamını ne kadar yücelttiğini hatırlatmıştır: “Allah ve melekleri, Peygamber”e çok salât eder. Ey müminler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.”(Ahzâb, 33/56.) Peygamber”e salât, meleklerin dua, tebrik ve övgülerini ifade ederken, Allah”ın salât etmesi, gerçek mahiyeti ve keyfiyetini tam olarak kavrayamadığımız, sınırlarını kestiremediğimiz bir iltifat, rahmet ve şeref olmalı. Allah, Peygamberi”ne salât ve selâm getirmeyi müminlere bir vazife olarak yüklerken, onu yüceltmeyi imanın bir gereği saymıştır. Nitekim Kur”ân-ı Kerîm”de Allah”ı tesbih etmekle Resûlü”ne saygı yan yana zikredilmiştir.
İşte Allah, Elçisi”ne verdiği bu değerden dolayı ona yapılan saygısızlığı kendisine yapılan saygısızlıkla bir tutarak şöyle buyurmuştur: “Şayet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan, “Biz sadece lafa dalmıştık ve aramızda eğleniyorduk.” derler. De ki: “Allah”la, âyetleriyle ve Peygamberi”yle mi eğleniyordunuz?” (Tevbe, 9/65.) Aynı şekilde Allah Teâlâ, herhangi bir yardıma muhtaç olmadığı, bütün kudret ve hâkimiyet elinde olduğu hâlde Peygamberi”ne yapılan yardımı, kendisine yapılmış gibi ifade ederek onun kıymetine işaret etmiştir: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah”a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7.) Bu âyetteki, “Allah”a yardım” ifadesi, O”nun dinine ve Peygamberi”ne yardım şeklinde tefsir edilmiştir.
Hz. Peygamber”e verilen bu değer, ona itaatin Allah”a itaatten, ona teslimiyetin Allah”a teslimiyetten bağımsız olmadığını, Allah”a imanın ayrılmaz bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır. Nitekim Ebû Hüreyre”nin naklettiği bir sözünde, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bana itaat eden, Allah”a itaat etmiştir. Bana isyan eden, Allah”a isyan etmiştir.” (Müslim, İmâre, 33) Allah”a giden yol Resûlüne tâbi olmaktan, sözlerini dinlemekten ve dediklerine gönülden boyun eğmekten geçmektedir. “De ki: Eğer Allah”ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân, 3/31.) âyeti Peygamber Efendimize ittibâ etmenin Allah”ı sevmenin bir göstergesi ve ispatı olduğu gibi bağışlanmanın, günahlardan arınmanın ve Allah”ın sevgisini kazanmanın da şartı olduğunu bildirmektedir. Yüce Yaratıcı”nın kullarına olan sevgisini ve merhametini onların Peygamberi”nin yolunu takip etmelerine bağlaması, ona verdiği değerin büyüklüğünü ve nezdindeki ayrıcalığını açıkça ortaya koymaktadır.
Peygamber”e itaatin aynı zamanda Allah”ın koyduğu sınırlara riayet ve dolayısıyla Allah”a itaat anlamına geldiğini bildiren bir başka âyette de şöyle buyrulur: “İşte bu (hükümler) Allah”ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah”a ve Peygamberi”ne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.” (Nisâ, 4/13.) Bundan dolayıdır ki Kur”an âyetlerine bakıldığında Peygamberi”ne isyan, bir anlamda Allah”ın koyduğu sınırları aşmaktır.
Peygamberi”ne karşı gelmek, aynı zamanda Allah”a karşı gelmektir. Peygamberi ile savaşmak, Allah”a savaş açmaktır.Peygamber”in bildirmesi, Allah”ın bildirmesidir. Peygamber”in haram kılması, Allah”ın haram kılması gibidir. Peygamber”in Allah”ın lütfettiklerinden vermesi, Allah”ın vermesi gibidir.(Tevbe, 9/29.) Peygamber”e biat etmek, Allah”a biat etmektir. Haddizâtında, “Kim Peygamber”e itaat ederse Allah”a itaat etmiştir.” (Nisâ, 4/80.)Zira o kendi arzusuna göre konuşmuyordu, söyledikleri ya Allah”tan gelen bir vahiydir ya da vahyin kontrolündedir. Tabiatıyla böyle bir elçinin emrettiklerine uymak, men ettiklerinden uzak durmak inananlar için imanî bir zorunluluktur.
O içlerinden herhangi birinin babası değil, peygamberlerin sonuncusu, “hâtemü”l-enbiyâ” idi. Yüce Allah Hz. Muhammed”i (sav) peygamber olarak gönderdiğinde, ona önemli vazifeler yüklerken onu yüksek yetkilerle de donatmıştı. Bundan sonra o, sadece ıssız mağaralarda inzivaya çekilip geceler boyunca tefekküre dalan, gönlünü arındıran bir kişi değil aynı zamanda bütün insanlığa ilâhî vahyi duyuran, onları arındıran, bireysel ve toplumsal hayata ilişkin konularda bilmediklerini onlara öğreten bir davetçi olmuştu.
Öncelikli görevi kendisine gelen vahyi insanlara aktarmak ve açıklamaktı. Allah Resûlü ümmetine, ibadetlerin yanı sıra evlilik, boşanma, miras, haramlar-helâller ve ticaret gibi daha pek çok konuya işaret eden âyetlerle ilgili açıklayıcı bilgiler vermişti. Meselâ, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.” (Bakara, 2/275.) âyetinden her türlü alışverişin helâl olduğu anlaşılmasına rağmen Peygamberimiz örneğin, domuz ve içkinin satışını yasaklayarak buna birtakım sınırlar getirdi.
Allah, Elçisi”ne Kur”an”da mevcut olan emir ve yasakları açıklama görev ve yetkisinin yanı sıra Kur”an”da olmayan bazı hususlarda da kural koyma yetkisi tanımıştı: “O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır.” (A’râf, 7/157.) âyeti onun hem sorumluluklarına hem de yetkilerine işaret etmektedir. Yüce Allah, “Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin, kalktığında Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tûr, 52/48.) buyururken Resûl-i Ekrem”in doğrudan ilâhî iradenin gözetimi altında olduğunu bildiriyordu.
Hz. Peygamber, vahiyle yönlendirilmediği hususlarda elbette şahsî görüşü ile hareket ediyordu. Ümmü Seleme anlattığına göre iki kişi miras ve kaybolmuş mallar konusunda anlaşamayıp Peygamber”e (sav) gelince Allah Resûlü onlara şöyle demişti: “Bana (vahiy) gelmeyen hususlarda, aranızda, kendi kanaatime göre hüküm veririm.” (Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 7.) Peygamberimizin kişisel yargılarının doğruluğu kuşkusuz herhangi birininki ile aynı değildi.
Nitekim Hz. Ömer bir gün minberde hitap ederken bu gerçeği şu şekilde ifade etmiştir: “Ey insanlar! Re”y (şahsî kanaat ve düşünce), ancak Resûlullah”a aitse isabetlidir. Çünkü Allah ona (doğruyu bizzat) göstermiştir. Bizim re”ylerimiz ise, (doğru olanı bulmak için gücümüz nispetinde ortaya konan) fikrî gayret ve zandan ibarettir.”(Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 7.)
Yüce Allah, Hz. Peygamber”i hem fertlerin iç dünyasını aydınlatmak, onları günahlarından arındırmak hem de topluma iyilikten yana olmayı, iyiliği egemen kılmayı öğretmek için görevlendirdi. O, bütün bu yönleriyle âlemler için bir rahmetti. İnsanlara rahmete kavuşma yolunu gösterirken o, rahmetin bizzat kendisiydi. Bu rahmet, azabı açıkça davet edenleri bile kuşatmıştı. Peygamber Efendimizin anlattıkları karşısında Ebû Cehil, “Allah”ım, eğer bu senin katından gelen bir gerçek ise gökten başımıza taş yağdır veya bizi elim bir azaba uğrat.” demişti de bunun üzerine şu âyetler inmişti: “Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.Onlar Mescid-i Harâm”dan (müminleri) alıkoyarken ve oranın bakımına ehil de değillerken, Allah onlara ne diye azap etmesin? Oranın bakımına ehil olanlar ancak Allah”a karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat onların çoğu bilmez.” (Enfâl, 8/33-34) Âyette mağfiret dileyenler olarak zikredilenler, Peygamberimiz Medine”ye geldiğinde hâlâ Mekke”de müşrikler arasında bulunan müminlerdi.
Rabbi onu hep himayesi altında tutmuştu. Bu baştan beri böyleydi. Rabbi onu yetim iken barındırmış, arayış içine girdiğinde ona yol göstermiş, yoksul iken onu zengin etmişti. Henüz annesinin karnında altı aylıkken babası vefat etmiş ve yetim kalmıştı. Altı yaşında da annesini kaybettiğinde yapayalnızdı. “O seni bir yetim iken barındırmadı mı?” buyrulurken onun “dürr-i yetîm” (eşsiz inci) gibi oluşuna da bir işaret vardı. Büyütülen bir çocuk değil, aynı zamanda büyük bir ahlâk örneği ve insanlığı kurtuluşa çağıracak olan bir davetçi ve müjdeleyiciydi.
Bu yüzden hep Allah”ın gözetimindeydi ve Allah, Peygamberi”ni insanların zararlarından daima korudu. Yardımı ve merhameti ile insanların saptırmalarından onu emin kıldı. Ona ve onun şahsında bütün inananlara daima ilâhî iradeye teslim olmaları salık veriliyordu. “Rabbinin hükmüne sabret.
Çünkü sen gözetimimiz altındasın. Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tûr, 52/48.) âyeti bu telkinlerden sadece biriydi.
Allah Resûlü bütün mahlûkat içerisindeki ayrıcalıklı yerini bir seferinde şu cümlelerle anlatmıştı: “Ben ilk diriltilecek ve ardından cennet elbiselerinden bir elbise giydirilecek olan kimseyim. Sonra arşın sağında duracağım. Yaratılmışlar içerisinde bu makamda benden başka duracak kimse yoktur.” (Tirmizî, Menâkıb, 1.) Arşın sağında durmak ile sembolize edilen şey aslında Peygamber”in (sav) Allah”a yakınlığıdır. Bu mekânsal bir yakınlık değil, O”nun nezdindeki itibarı ve değeridir. Bu, kuşkusuz makamların en yücesi olan “makâm-ı mahmûd”dur. Bu, Hz. Peygamber”in kulluğu tercih edişinin karşılığında kavuştuğu bir lütuf, kulluk için taşıdığı arzu ve iştiyakının bir semeresidir. “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin seni, makâm-ı mahmûda (övgüye değer bir makama) ulaştırması umulur.” (İsrâ, 17/79.) âyetinde bu hakikatin açıkça ifade edildiğini görmekteyiz.
Allah, Sevgili Peygamberimizden dünya nimetleri ile kendi katındakiler arasında seçim yapmasını istediğinde o, Allah katındakileri tercih ederken hiç tereddüt etmemişti. Vefatına beş gün vardı. “Sizden birinin bana dost olmasından (ve böylece Allah”ın dostluğu yanında ikinci bir dostluk oluşmasından) sakınırım. Çünkü Yüce Allah beni, tıpkı İbrâhim”i dost edindiği gibi dost edinmiştir.” buyurdu.(Müslim, Mesâcid, 23.) Zaten son sözü de “Allah”ım! Refîk-i a”lâya (En Yüce Dosta)!” olmuştu. Allah Teâlâ onu Ahmed diye isimlendirmiş, geleceğini Hz. İsa”nın diliyle İsrâiloğulları”na bildirmişti. Peygamber şairi Hassân b. Sâbit”in ifadesiyle adını adıyla andırmıştı.Allah, Son Elçisi”nin adını ve şanını yüceltti. Onunla ilgili bu ilâhî destek ve ihtimam çarpıcı bir biçimde şöyle vurgulanır: “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü senden alıp atmadık mı? Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi?” (İnşirâh, 94/1-4.)
Peygamber (sav) istikametinden şaşmadı ve kendisinden önce gönderilen peygamberler gibi o da verilen risâlet görevini en güzel şekilde yerine getirdi. Kuşkusuz Allah”ın bütün elçileri peygamberlik vasfı itibariyle eşitti. “...Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz...” (Bakara, 2/285.) âyet-i kerimesi, müminlerin imanlarının gereği olarak söylemeleri icap eden söze işaret etmekteydi.
Peygamberler silsilesinin son halkası olan Sevgili Peygamberimiz, bütün insanlığa gönderilmekle, sadece kendi toplumlarına gönderilen diğer peygamberlerden ayrıldığını telaffuz ederken, “Hiçbir kula, “Ben Yunus b. Mettâ”dan (Yunus Peygamber”den) daha hayırlıyım.” demek yakışmaz.” (Buhârî, Tefsîr, (Mâide) 4.) sözüyle peygamberlik vasfı itibariyle bütün elçilerin Allah nezdinde eşit olduğunu ifade etmekteydi. Bununla birlikte Kur”an”da “sabırlı ve dirençli (ulü”l-azm)” peygamberlerden bahsedilir: “(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret...” (Ahkâf, 46/35.) Bu âyet aynı zamanda Allah Resûlü”nün de bahsedilen ve övülen peygamberlerden biri olduğuna dair bir işareti barındırmaktadır.
Resûl-i Ekrem, büyük bir azim ve kararlılıkla görevini ifa etti. Veda Hutbesi”nde buna insanların şahit olmasını istedi. Allah ondan razıydı. O da Rabbinden razı olacaktı.
KAYNAK:HADİSLERLE İSLAM (DİB) YAYINLARI
HAZIRLAYAN:ÜMMÜHAN BAYRAKÇI-BİLECİK MÜFTÜLÜĞÜ İL VAİZİ