HZ. PEYGAMBER’İN ÜMMETİNE DÜŞKÜNLÜĞÜ: ÜMMETİM! ÜMMETİM!

Cumadan Gönüllere

Resûlullah (sav) Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştı. Yanında bulunan sahâbenin ileri gelenlerinden Sa’d b. Ebû Vakkâs, seyahat esnasında yaşadığı bir hatırasını şöyle anlatıyordu:

“Azverâ’ya yaklaştığımız zaman Resûlullah bineğinden indi. Ellerini kaldırıp Allah’a bir süre dua ettikten sonra secdeye kapandı ve uzun bir süre secdede kaldı. Daha sonra kalktı, ellerini kaldırıp bir süre daha Allah’a dua etti ve sonra tekrar secdeye varıp uzun süre secdede kaldı. Sonra kalktı, ellerini kaldırıp bir süre daha Allah’a dua ettikten sonra yine secdeye kapandı. Resûl-i Ekrem ardından şöyle buyurdu: ‘Ben Rabbimden niyazda bulundum ve ümmetim için şefaat et(mek iste)dim. Bana ümmetimin üçte birini bağışladı. Bunun üzerine Rabbime şükretmek için secdeye vardım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim için (tekrar) Rabbimden dilekte bulundum. Bana ümmetimin üçte birini (daha) bağışladı. Bunun üzerine Rabbime şükrümün ifadesi olarak (ikinci defa) secdeye vardım. Sonra başımı kaldırıp ümmetim için Rabbimden (üçüncü defa olmak üzere) dilekte bulundum. Bunun üzerine benim için ümmetimin son üçte birini de bağışladı. Rabbime şükrümü eda etmek üzere (üçüncü kez) secdeye vardım.’”

Böyle bir davranışın sahibi ancak bütün hayatını ümmetinin selâmetine adayan bir peygamber olabilirdi. Ümmetinden bir kişinin bile rahmetten yoksun kalmasına gönlü razı değildi ve sıcak kumlara yüz sürerken bütün çabası ateşten uzak tutmaktı onları. Ve bu çabanın neticesinde, Yüce Allah, Hz. Peygamber’e ümmet olan, tevhide inanan, çeşitli günahlar işlemiş olsa da şirk koşmayan müminlerden dilediğini bağışlayacaktı.

Allah Resûlü, ümmetine olan eşsiz sevgi ve merhametinin neticesinde, dünya ve âhiret saadeti için onlara tavsiyelerde bulunurdu. Kimi zaman verdiği bildirinin öneminden dolayı heyecanlanır, gözleri kızarır, sesi yükselir, sanki düşman tehlikesine karşı bir orduyu uyarıyormuşçasına celâllenirdi. Bir defasında kendisiyle ümmetinin hâlini şöyle anlatmıştı: “Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” Rahmet Elçisi’nin ümmetine olan düşkünlüğünü Yüce Rabbimiz şöyle ifade eder: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı raûf (çok şefkatli) ve rahîm (çok merhametli)dir.” (Tevbe, 9/128.) Allah ümmetine olan bu şefkatinden dolayı onu kendi isimlerinden “raûf” ve “rahîm” ile nitelendirdi.

Allah, Elçisi’nin merhametine kendi merhameti gibi bir mânâ yükledi. Merhametini merhametine kattı, merhametiyle birlikte andı: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın!” (Âl-i İmrân, 3/159.) Allah Resûlü’nün ümmetine olan düşkünlüğü aslında risâletinin ayrılmaz bir vasfıdır, başkası düşünülemez zaten. “Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şuarâ, 26/215.) şeklindeki ilâhî buyruk, nübüvvet görevinin içine şefkati koyma iradesine işaret etmesinin yanı sıra Allah Resûlü’nün müminlere karşı himaye edici görevine de vurgu yapmaktadır. Himaye edici ama aynı zamanda mütevazı ve merhamet dolu bir ilişkidir bu. Bu şefkate hiçbir dünyevî menfaat ve kaygı da bulaşmamıştır. “...Müminlere karşı alçak gönüllü ol!” (Hicr, 15/88.) şeklindeki emir cümlesi aslında Resûlullah’ın ümmetiyle olan ilişkisini tarif etmektedir.

Resûl-i Ekrem’in ümmetine düşkünlüğü onların Allah’a yakınlıkları ölçüsündeydi. Çünkü bunda belirleyici olan ve ilişkilere şekil veren peygamberlik vazifesiydi. Kişisel sevgisi ile risâletinin gerekleri âdeta bütünleşmişti. Olgusal olarak peygamberliği Allah’ın insanlara bir rahmetiydi ve insanlara şefkatinin de ölçüsüydü. “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe, 9/113.) âyeti af ve merhamet ile iman arasındaki ilişkiyi ne kadar güçlü vurgulamaktadır. Buna karşılık inananlar için Rabbinden af dilemek nebevî bir gereklilikti. “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile.” (Muhammed, 47/19.) Nitekim af dilemede müminleri kendinden ayırmayan Allah Resûlü, âhirette, “Yâ Rabbi, ümmetim, ümmetim!” diyerek ümmetinin affını dileyecekti.

Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber (sav) bir gün mezarlığa gitmişti. Orada yatanlara, “Selâm size ey müminler diyarının sakinleri! Biz de inşallah size katılacağız.” diyerek selâm verdikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Kardeşlerimizi (dünyada) görmüş olmayı çok arzu ederdim.” Sahâbîler, “Biz senin kardeşlerin değil miyiz yâ Resûlallah!” dediler. “Siz benim sahâbîlerimsiniz.” karşılığını verdi ve devam etti: “Kardeşlerim ise henüz gelmeyenlerdir” buyurdu. Sahâbîler, “Senin ümmetinden olup da henüz dünyaya gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın yâ Resûlallah?” diye sordular. Buna karşılık Peygamber Efendimiz, “Ne dersiniz; bir adamın simsiyah bir at sürüsü içinde alınlarında ve ayaklarında beyazlık bulunan atları olsa, kendi atlarını tanımaz mı?” diye sordu. Sahâbîler, “Evet (tanır), yâ Resûlallah” dediler. Resûl-i Ekrem (sav), “İşte onlar da (kıyamet günü) abdestten dolayı alınları ve ayakları nurlu olarak gelirler. Ben havuza onlardan önce varacağım...” buyurdu.

O, Rahmet Peygamberi idi ve imha etmek için değil ihya etmek için vardı. Hayat veren tebliğini canlara dokundurmaktı gayesi. Artık canlar ona yakın, o canlara daha yakın olacaktı. Nitekim müminlere canlarından daha yakındı. “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır...” (Ahzâb, 33/6) âyet-i kerimesi Resûlullah’ın ümmetiyle arasındaki ilişkiye ilâhî bir düzen getirmekteydi. Buna göre Hz. Peygamber’in ümmetine sevgisi soyut bir duygusallıktan ibaret olmadığı gibi uhrevî kurtuluşla da sınırlı değildi. Zira o (sav), onları hem maddî hem de manevî bakımdan desteklemekteydi. Kutlu Elçi, insanların kalplerine imanı fısıldamış, kökleşen iman muhkem kalelere dönüşmüştü zaten. Hz. Peygamber’in (sav) varlığı başlı başına bir güven kaynağı idi ve duası uhrevî kaygılarını teskin ediyordu. “...ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah, hakkıyla işitendir, bilendir.” (Tevbe, 9/103.)

Öyle ya onun duası da müminler için bir rahmetti. Ve ümmetini duasının bereketinden mahrum bırakmamak için elinden geleni yapardı. Âlemlere rahmet olan Allah Resûlü, ümmeti için rahmet kaynağı olan duasını onlardan esirgemiyor ve hem dünya hem de âhiret için yaptığı dualarında onlara yer veriyordu. Bir gün Resûlullah (sav) ashâbıyla yürürken yeni bir kabir gördü. Kabrin kime ait olduğunu sordu. Onlar da “Falan oğullarının azatlısı falan kadınındır.” dediler. Resûlullah (sav) kadını tanımıştı. “Öğle vakti ölmüştü. Siz öğle uykusundaydınız, biz de onun için seni uyandırmak istemedik.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sav), oradakilerin, arkasında saf tutmalarını sağladı ve dört tekbir alarak kadına cenaze namazı kıldırdı. Sonra da şöyle buyurdu: “Ben aranızda olduğum sürece biri öldüğünde mutlaka onu bana haber verin. Benim o kimseye cenaze namazı kılmam rahmettir.” Bir defasında da sahâbeden Cerîr b. Abdullah, at üstünde duramadığından şikâyet etmişti de Allah Resûlü onun göğsüne hafifçe vurmuş ve “Allah’ım, bunu sabit kıl. Onu hem doğru yolu gösteren hem de doğru yolda olan bir kimse eyle!” diye dua etmişti.

Onun ümmetiyle ilişkisinde sosyal mevki farklılığının bir geçerliliği yoktu. Bir kabile reisi ya da bir köle... İstiğfar gibi manevî bir adımda müminleri kendi canından ayrı tutmayan Hz. Peygamber (sav), kurban keserken de ümmetini unutmamış ve boynuzlu bir koçu kurban ettikten sonra şöyle buyurmuştu: “Bu, benden ve ümmetimden kurban kesemeyenler adınadır.”

Peygamberimizin, “Yüce Allah’ın Kitabı’nda (da bildirildiği üzere) ben, müminlerin herkesten daha öncelikli velîsiyim...” sözünü dinlerken insan, Mudar kabilesinden gelenlerin perişan hâllerini görünce onun nasıl etkilendiğini hatırlıyor. Onların bu zavallı, aç, muhtaç ve yoksul hâllerini görünce yüzünün rengi nasıl da değişivermişti. Basit abalarını başlarına geçirerek yalın ayak çıkıp gelen bu fakir insanlar için ashâbını hemen yardıma seferber etmişti. Yardımlar toplanmaya başladığında sevinci hemen yüzüne yansımıştı. Cerîr’in ifadesiyle altınla yaldızlanmış gibi parlamıştı yüzü.

Hz. Peygamber, “Ben, dünyada ve âhirette her müminin diğer insanlardan öncelikli olan velîsiyim. Dilerseniz ‘Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır.’ âyetini okuyun. Geride mal bırakan her mümine, asabesi (baba tarafından akrabası) olanlar mirasçı olsun. Eğer borç ya da himayeye muhtaç çoluk çocuk bırakırsa, bana gelsin. Zira onun velîsi benim.” sözüyle toplumunun gerçek hamisi olduğunu ortaya koymuştu. Allah Resûlü böylece müminlere ne kadar düşkün olduğunu, onlara ne denli sahip çıktığını, onların sadece peygamberi değil aynı zamanda velîsi de olduğunu bildiriyordu. Öyle bir velî ki sorumlulukları kendisi üstlenirken, hakları sahiplerine yönlendiriyordu. Bir defasında alacak verecek tartışmasına şahit olmuştu da borcunu ödemede zorlanan Abdullah b. Ebû Hadred’e kıyamadığından alacaklısı Kâ’b b. Mâlik’e borcun yalnızca yarısını alması için eliyle işaret etmişti. Bu tavrı müminlere olan sevgisinin onların bireysel ve toplumsal problemleri karşısında sorumluluk ve inisiyatif almayı gerektiren bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir.

İnananların küçük büyük bütün sıkıntılarını paylaşabilecekleri bir peygamber vardı aralarında. O, sosyal mevkisine, hür köle, zengin fakir oluşuna bakmaksızın herkesle ilgilenmiş ve davet edenin davetine icabet etmişti. Özellikle fakirlere, yetim ve kimsesizlere değer vermiş, hatta kimi zaman İslâm’ın ilk talebeleri olan fakir Suffe Ehli’nin ihtiyaçlarının kendi çocuklarınınkinden önde tutmuştu. Ashâbı arasında göremediklerini merak ederek sormuş, onların sorunlarını dinleyerek çözmeye çalışmıştı. Nitekim Ebû Süfyân’ın karısı, bir gün Resûlullah’a gelip kocasının cimriliğinden yakınmış ve ondan izin almadan aile fertleri için harcama yapıp yapamayacağını sormuştu. Peygamber Efendimiz ona örfe uygun bir şekilde ailesi için harcama yapmasında bir sakınca olmadığını söyleyerek, sıkıntısını gidermişti.

Allah Resûlü, ümmetinin şikâyetleriyle doğrudan ilgilenirdi. Hasta olanlar da dertlerini Sevgili Peygamberimizle paylaşırdı ve o onlara maddî ve manevî tedaviler önerirdi. Hastaları ziyaret eder ve onlara Yüce Allah’tan şifa dilerdi. Hasta yatağındaki Sa’d b. Ubâde’yi görünce dayanamayıp ağlamıştı bir seferinde. Sa’d’a ağlayan Müşfik Peygamber, Bi’r-i Maûne şehitlerine nasıl dayansın? Çevre kabilelerden, Müslüman olduklarını söyleyen ve Sevgili Peygamberimizin isteklerini geri çevirmeyeceğini tahmin eden bazı kimseler gelmiş ve ondan muallim istemişlerdi. Allah Resûlü de ensardan yetmiş kişiyi onların yanına verip göndermişti. Fakat onlar yolda ihanet edip bu sahâbîleri pusuya düşürerek hunharca şehid etmişlerdi. Hz. Peygamber (sav) bu olaya öyle üzülmüş ve öfkelenmişti ki otuz sabah bu kabilelere beddua etmişti. Hatta Allah Resûlü’ne on yıl hizmet eden genç sahâbî Enes b. Mâlik, “Ben, Resûlullah’ın (sav) Bi’r-i Maûne günü öldürülen yetmiş sahâbîye üzüldüğü kadar hiçbir askerî birliğe üzüldüğünü görmedim.” demişti.

Hep anlayışlıydı ümmetine karşı, hiç sert davranmıyordu, kaba ve katı yürekli değildi. Dinlerini öğrenmek üzere köylerinden çıkıp gelen ve Medine’de misafir olarak kalan bir grubun içindeki Mâlik b. Huveyris’in şu anısı Hz. Peygamber’in yüreğindeki şefkati ifşa ediyor: “Resûlullah’a (sav) gelmiştik, aşağı yukarı aynı yaşta delikanlılardık. Yirmi gece onun yanında kaldık. Resûlullah (sav) çok merhametli ve yumuşak huyluydu. Bizim ailelerimizi özlediğimizi fark etti ve ailelerimizden kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de ona haber verdik. Bunun üzerine, ‘Ailelerinizin yanına dönün, onlarla birlikte kalın, (burada öğrendiklerinizi) onlara öğretin ve uygulatın. Namaz vakti gelince biriniz ezan okusun, en büyüğünüz de size imam olsun.’ buyurdu.”

Hz. Peygamber (sav) ümmetini sıkıntıya sokacak hareketlerden hep kaçındı. Dinî yaşantıda bile onları usandırmayacak kadar hassastı. Nitekim bir defasında şöyle buyurmuştu: “Bazen uzun (bir kıraat ile) kıldırmak niyetiyle namaza dururum da bir çocuğun ağlamasını işitir ve annesine sıkıntı vermek istemediğim için namazımı kısa tutarım.” Yatsı namazını daha geç kılmalarını istediği hâlde sırf ümmetine zor geleceğini düşündüğü için bunu emretmemişti. Hz. Âişe onun yapmak istediği bazı hayırlı işlerden, insanlar devamlı amel eder de üzerlerine farz olur korkusuyla vazgeçtiğini söylemişti. Nitekim teravih namazını mescitte cemaatle kıldırmaktan vazgeçmesinin sebebi de buydu. Onun bu düşünceleri kolaylaştırıcı tavrına nasıl da denk düşüyor!

Resûlullah, ümmetinin bütün işlerinde sıkıntılarını paylaşmış, onları hafifletmeye çalışmıştı. Bu, nebevî duruşun bir gereğiydi. Kolaylaştırıcı olarak gönderildiğini söylerken kastettiği bu olsa gerekti. O (sav) aynı şehri paylaştığı sahâbîleri için değil kendinden sonra gelecek ümmetiyle ilgili de kaygı taşırdı. Zaman ve mekân sınırı tanımayan uyarıları ümmeti için hep yol gösterici oldu ve olmaya da devam edecek. “Her peygamberin ümmeti için yaptığı bir dua vardır. Ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım.” cümlesi, ümmetinin selâmeti için geleceğe uzanan ölümsüz arzusunun ötelere taşınmasıydı. Bu, onun hesap günü ümmetinin kurtuluşu için sakladığı, Allah’ın af ve mağfiretine vesile olmasını dilediği duası idi. Her peygamberin sadece kendi kavmine, kendisinin ise bütün insanlığa gönderildiğini telaffuz ettiğinde buna şefaat hakkını da ekleyivermişti. Sanki bununla bütün insanlığı kucaklamak ister gibiydi. Alnını yakan kumların sıcaklığı, ümmetinin affedildiği müjdesiyle onun kalbinde cennet sularının serinliğine dönüşüyordu.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır...” (Ahzâb, 33/6))

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” (Müslim, Fedâil, 17)

GÜNÜN DUASI:

“Rabbim! Hatalarımı, bilgisizliğimi, her işimdeki aşırılığımı ve benden daha iyi bildiğin hâllerimi bağışla. Allah'ım! Bilmeden veya kasten, şaka yollu ve ciddi bir hâlde yaptığım hatalarımı da bağışla. Zira bunların hepsi bende var. Allah'ım! Yaptığım, yapacağım, gizlediğim ve açıkça işlediğim günahları bağışla. Öne alan da erteleyen de sensin. Sen her şeye gücü yetensin.”

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU: “Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?

CEVAP: “Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: 'Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz' ...” (el-A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız.

KAYNAK: Din İşleri Yüksek Kurulu

Hazırlayan: Fatih SARI- İL VAİZİ

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.