HZ. PEYGAMBER’İN YEMEK ÂDÂBI
Ömer b. Ebû Seleme, hicretin ikinci yılında doğmuş nasipli bir çocuktu. Çünkü henüz bulûğ çağına gelmeden önce, annesi Ümmü Seleme’nin Hz. Peygamber ile evlenmesiyle, Resûlullah’ın hâne-i saadetine katılmıştı. Rahmet Elçisi’nin himayesinde, onun verdiği terbiye ile yetişmişti. Bir gün Allah Resûlü küçük Ömer’in yemekte elini tabağın her tarafında gezdirdiğini görünce ona yumuşak bir edayla, “Evlâdım! Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye.” uyarısında bulundu. Üç kısa cümle ile Ömer’e yemek âdâbını öğreten Allah Resûlü’nün bu uyarısı, ömür boyu onun yemek yiyiş tarzını şekillendirmişti. Aslında bu uyarısı ile o (sav), yemek yerken Müslümanların uygulaması gereken en önemli üç sünneti belirlemişti.
Yeme içme, başta insan olmak üzere her canlının hayatını sürdürebilmesi için zorunlu bir ihtiyaçtır. Hayatın tamamını geniş anlamda ibadet olarak gören Peygamberimiz, yeme içme ile ilgili ortaya koyduğu birçok âdâb ve sünnetiyle, yeme içmeyi daha anlamlı bir hâle dönüştürmüştür.
Maddî ve manevî her türlü temizliğin imandan sayıldığı dinimizde, yemek öncesinde ellerin, yemek sonrasında da hem ellerin hem de ağzın temizlenmesi hususunda Hz. Peygamber’in gösterdiği hassasiyet, beden sağlığı açısından dikkate değerdir. Zira Kutlu Nebî bunu, henüz sofralarda çatal, bıçak, kaşık gibi araç gereçlerin bulunmadığı, yemeklerin parmaklarla yendiği bir sosyal yapıda öğretmektedir. O yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasını “yemeğin bereketi” olarak ifade etmiştir.
Hatta Kutlu Nebî, elinde yemek artığı ve kokusu varken onu yıkamadan yatan kimseleri uyarmış, bunun neticesinde meydana gelebilecek muhtemel maddî-manevî sıkıntılara dikkat çekmiştir. Tüm bunlar ortaya koymaktadır ki yemekten önce ve sonra eller temiz görünse bile yıkanmalıdır.
Hz. Peygamber, ellerini yıkadıktan sonra yer sofrasına oturur ve besmele çekerek yemeğine başlardı. Peygamber Efendimiz, yenen her yiyeceğin Yüce Allah’ın bir nimeti, lütfu ve ihsanı olduğu bilinci ile daima şükür hâli içinde olmuştur. Bu nedenle de her işe başlarken olduğu gibi yemekten önce de hep “besmele” çekerek Allah’ı anmış ve “Bir kimse evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse şeytan, arkadaşlarına, "Burada sizin için barınak da yok, yiyecek de yok!" der. Eğer o kimse evine girerken besmele çekmezse şeytan, "Barınacak yeri buldunuz." der. Yemek yerken besmele çekmezse, "Hem kalacak yer hem de yiyecek buldunuz." der.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz, etrafındakilere de besmeleyi tavsiye etmiştir. Besmeleyi, verdiği nimetler karşılığında Yüce Yaratıcı’ya peşinen yapılan bir teşekkür olarak gören Allah Resûlü, besmelesiz yenen yemeklerde bereket olmayacağını belirtmiştir. Yemeğe başlarken unutulması hâlinde, hatırlandığı anda besmele çekilmesinin gerekli olduğunu bildirmiştir: “Biriniz yemek yiyeceği zaman, "Bismillâh (Allah’ın adıyla)" desin. Eğer yemeğin başında besmele çekmeyi unutursa, "Bismillâhi fî evvelihî ve âhirihî. (Başında da sonunda da Allah’ın adıyla)" desin.” Hz. Peygamber (sav) yemeklerde olduğu gibi içeceklerde de besmele çekmeyi ashâbına öğütlemiştir. “Suyu, develerin içişi gibi bir nefeste içmeyin; iki veya üç nefeste için, içerken besmele çekin. İçtikten sonra da Allah’a hamdedin.” buyurmuş ve ayrıca su kabının içine solumayı yasaklamıştır.
Resûlullah, yerken ve içerken sağ elini kullanır ve şöyle derdi: “Biriniz yemek yiyeceği zaman sağ eliyle yesin; bir şey içtiği zaman da sağ eliyle içsin! Çünkü şeytan sol eliyle yer ve sol eliyle içer.” Tüm bunlardan yeme ve içmede sağ elin tercih edilmesinin sünnet olduğu anlaşılmaktadır. Hatta sağ eli kullanmak, Müslümanlar için ayırıcı bir vasıf sayılarak tavsiye edilmiş, yabancılara özenme ya da kibir ve gösteriş amacıyla sol eli kullanmak ise hoş karşılanmamaktır. Kuşkusuz bu tercihte sol elin tuvalet temizliği gibi kirli işlere ayrılmasının da etkisi vardır. Yemek yerken sol elini kullanan bir kişiye Peygamberimizin, “Sağ elinle ye.” diyerek özel uyarıda bulunması konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak herhangi bir özürden dolayı sol elini kullanmak durumunda kalanların bu yasağın dışında değerlendirilecekleri açıktır.
Hz. Peygamber’in yemek yediği sofrası, deriden yapılmış mütevazı bir yer sofrası idi. Sofrası gibi onun sofraya oturuş şekli de mütevazı idi. O, keyfine düşkün birinin yaptığı gibi sırtını bir şeye dayayarak sofraya gerile gerile oturmazdı. Nitekim Hz. Peygamber’in diz üstü oturmuş bir vaziyette yemek yediğini gören bir bedevî, şaşırarak, “Bu oturuş da neyin nesi?!” diye sorunca o, “Allah beni kerim bir kul eyledi, zorba ve inatçı biri yapmadı!” diye cevap vermişti. O, bu davranışıyla dönemin hükümdarları ve bir kısım aşiret reislerinin debdebeli ve tantanalı oturuş biçimlerinden farklı davranmayı tercih etmişti. Buna göre onun yemek yeme âdâbında esas olan gurur, lüks, şaşaa gibi olumsuz tavırlar değildi. Aksine tevazu, kanaat, sadelik, temizlik ve helâllik gibi değerler ön plana çıkarılmalıydı.
Hz. Peygamber yemekten sonra sofradan hemen kalkılmamasını, diğerlerinin yemeklerini bitirmelerini beklemeyi tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Sofra kurulduğu zaman, sofra kaldırılmadıkça kimse kalkmasın. Kişi doysa bile sofradakiler yemeyi bırakmadıkça o da elini çekmesin, kendisine fazla gelse de yemeye devam etsin. Çünkü kişi (yemeyi bırakmakla) yanında oturan kimseyi utandırır ve bu kimse, ihtiyacı olduğu hâlde yemeyi bırakabilir.” Efendimizin bu tavsiyesi, henüz doymamış olan kimselerin yemeğe devam etmelerini kolaylaştırmayı ve utanarak yemekten erken kalkmalarını önlemeye yönelik bir tedbirdir.
Çoğunlukla arpa ekmeği yemiş olan Hz. Peygamber ve ailesi yeri gelmiş akşam yemeği bulamayıp peş peşe birkaç geceyi aç olarak geçirmişti. Eşi Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hâne-i saadetlerinde uzun süre ocakta ateş yanmadığını, bu süre içinde sadece kuru hurma ve su ile beslendiklerini, bir de ensardan sadık bir komşularının kendilerine süt ikram ettiğini ve bunu içtiklerini anlatmaktaydı. Yine bir seferinde Peygamber (sav) yemeğe oturmuş, önüne kuru ekmek getirilmesi üzerine, “Katık olacak bir şey yok mu?” diye sormuştu. “Hayır, sirkeden başka bir şey yok.” cevabını alınca, “Sirke ne güzel katıktır.” buyurarak yemeye başlamıştı.
Tevazuu şiar edinen Allah Resûlü, önüne konan bir yemekte asla kusur bulmaz, yemeğin hiçbir şekilde israf edilmesini istemez, tabakta kalanların bitirilmesini ister, bir lokmanın bile zayi olmamasına dikkat ederdi. Peygamber Efendimizin koyunun kol kısmını sevdiği, kabak yemekten hoşlandığı, buna karşın çekirge yemekten hoşlanmadığı rivayet edilmektedir. Bu noktada bazı sahâbîlerin sırf Hz. Peygamber seviyor diye bazı yiyecekleri yemeleri, bazılarını da sırf o sevmiyor diye terk etmeleri dinî bir zorunluluktan değil, Resulullah’a olan sevgi ve bağlılıklarından kaynaklanmaktadır. Nitekim Enes b. Malik’in Hz. Peygamber sevdiği için kabak yemeğini sevmesi, Ebû Eyyûb el-Ensari’nin de Hz. Peygamber sevmediği için içerisinde sarımsak bulunan yemeği yememesi bu duruma örnek gösterilebilir.
Bir gün Hz. Peygamber’e içinde (soğan, sarımsak gibi) sebze bulunan bir tabak getirilmiş, tabaktan hoşlanmadığı bir koku alınca bunun ne olduğunu sormuştur. Bunun üzerine tabakta bulunan sebzelerin neler olduğu kendisine söylendiğinde, yanında bulunan sahâbîlerden birine işarette bulunarak, “(Bu sebzeleri) şu zâta götürünüz.” buyurmuştur. Fakat o sahâbî de
Hz. Peygamber (sav) yemediği için bunlardan yemek istememiştir. Bunun üzerine Efendimiz, “Sen ye, zira ben senin konuşmadığın kimselerle konuşuyorum.” buyurarak kendisinin farklı kişilerle muhatap olmasından dolayı rahatsız edici olmamak için yemediği veya hoşlanmadığı yiyeceklerin de yenilebileceğini bildirmiştir.
Peygamber Efendimizin yemek konusundaki tutumunda dikkati çeken hususlardan birisi de hangi amaçla olursa olsun bir kimsenin, helâl olan bir yiyeceği kendisine haram kılma yetkisinin olmadığıdır. Nitekim “Ey iman edenler! Allah"ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah"ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Mâide, 5/87.) âyeti, şehevî arzularından kurtularak daha fazla ibadet etmek amacıyla kendisine et yemeyi yasaklayan bir sahâbî hakkında inmiştir. Buna göre, daha fazla ibadet etmek için bile olsa sağlık açısından bir sorun teşkil etmediği sürece Allah’ın verdiği nimetlerden faydalanmak konusunda herhangi bir kısıtlama yoluna gitmek doğru değildir.
Bir defasında Resûlullah da benzer bir konudan dolayı ilâhî uyarıya muhatap olmuştu. Hanımı Zeyneb bnt. Cahş’ın yanında “meğâfîr” denilen kokulu bir ağaç özünden yapılan bal şerbetini içmiş ve bu yüzden de yanında biraz fazla kalmıştı. Bu durumu kıskanan Hz. Âişe ve Hz. Hafsa aralarında anlaşarak, Peygamberimizi gördüklerinde, “Senden meğâfîr kokusu geliyor!” demişler, Hz. Peygamber de bir daha bal şerbetini içmeyeceğini söylemişti. Bunun üzerine Yüce Allah indirdiği şu âyetle Resûlü"nü uyarmıştı: “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi kendine niçin haram ediyorsun?” (Tahrim,1)
Kutlu Nebi’nin bazı yemekleri daha çok sevdiği ve onlar hakkında övücü ifadeler kullandığı da göze çarpmaktadır. Hz. Peygamber’in bu tavrı, yemeğin tadı, lezzeti ve besin değeri gibi özellikleri yanında, Allah’ın verdiği her nimetin aslında övgüye ve şükre lâyık olduğunu göstermeye yöneliktir. Bu anlamda tirit, et yemeği, hurma, sirke gibi yiyecekler Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmuştur. Oysa Arap toplumunun yaşadığı coğrafyada bilinmediği için Hz. Peygamber’in adından hiç bahsetmediği binlerce yiyecek türü için de aslında benzer şeyler söylenebilir. Zira Yüce Allah’ın yarattığı her bir meyve, sebze, yiyecek ve içeceğin kendine has güzellikleri olduğunda şüphe yoktur.
Yemeğe Allah’ın adını anarak başlayan Hz. Peygamber, yemekten sonra da şu ifadelerle Allah’a hamdederdi:
“Bizi yediren, bizi içiren ve bizim Müslüman yapan Allah’a hamdolsun.”
Şu şekilde dua ettiği de olurdu:
“Güzel ve bereket dilekleriyle dolu, ama bir o kadar yetersiz olan ve dilimizden düşürmediğimiz, vazgeçemediğimiz tüm övgülerle sana çokça hamdediyoruz ey Rabbimiz!”
Bazen de şöyle dua ediyordu:
“Oruçlular sizin yanınızda iftar etsinler, iyiler sizin yemeklerinizden yesinler, melekler de size selâm ve dua etsinler.”
Yine kişinin yemekten sonra söylediğinde günahlarının bağışlanacağını bildirdiği dualardan birisi de şu şekildeydi:
“Beni yediren, ben güç ve kuvvet sarf etmediğim hâlde, bana bu rızkı veren Allah’a hamdolsun.”
Görüldüğü gibi bu dualar, Allah’a şükür içermektedir. Bu sebeple uzunca dua yapılmasa bile en azından “Elhamdülillâh” diyerek verdiği nimetlerden dolayı Yüce Yaratıcı’ya şükredip minnettar olmak gerekir. Allah Resûlü de bu durumu şöyle bildirmiştir: “Kulun, yemeğini yedikten sonra veya içeceği şeyi içtikten sonra O’na hamdetmesi, Allah’ın hoşuna gider.”
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
HİSSEMİZE DÜŞENLER
Allah Resulü (s.a.v.) her konuda olduğu gibi yemek yemede de bizim rol modelimizdir.
Allah Resulü (s.a.v.) yemeklerin öncesinde ve sonrasında ellerini yıkamış ümmetine de tavsiye etmiştir.
Allah Resulü (s.a.v.) yemeğe besmele ile başlamış, yemekten sonra nimetin sahibine şükretmiş ümmetine de tavsiye etmiştir.
Allah Resulü (s.a.v.) her konuda olduğu gibi yeme içmed ede mütevazi davranmış israftan kaçınmış, bu davranışı ümmetine de tavsiye etmiştir.
GÜNÜN AYETİ:
“Ey Âdemoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31)
GÜNÜN HADİSİ:
İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) yatağına yattığı zaman şöyle dua ederdi. “Bana yeten, beni barındıran, beni yediren ve içiren, bana iyilik edip (iyiliğini) arttıran, bana nimet verip (nimetini) bollaştıran Allah’a hamdolsun. Her hâl ve durumda Allah’a hamdolsun. Her şeyin Rabbi, hükümdarı ve ilâhı olan Allah’ım! Cehennemden sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 97, 98)
GÜNÜN DUASI:
"Allah’ım! Senden bütün hayırlı işlerde sebat etmeyi ve doğrulukta kararlı olmayı istiyorum. Senden nimetlerine şükretmeyi ve sana en güzel biçimde ibadet etmek istiyorum.
Allah’ım! Sana teslim olan bir kalp, doğru söyleyen bir dil ve dosdoğru bir ahlak istiyorum. Bildiğin günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Bildiğin her türlü hayırdan istiyorum. Bildiğin bütün şerlerden sana sığınıyorum. Şüphesiz sen gaybları en iyi bilensin"
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU: Eti yenilip yenilmeyen hayvanların tespiti neye göre yapılmıştır?
CEVAP: İslâm, insanı maddî ve manevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş ve insana zarar verebilecek pis ve iğrenç olan her şeyi (habâis) yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da (tayyibât) helal kılmıştır (el-Bakara, 2/168; el-A’râf,7/157).
Kur’ân ve sünnette etleri yenilmeyen hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilenler yanında bazı hayvanlar için de belli ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklamaları teyit eden ifadelerin yanı sıra, “necis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin detaylı açıklamaları da içermektedir. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.), yırtıcı hayvanların (parçalayıcı uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve yırtıcı kuşların (pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceğini özellikle belirtmiştir. Bununla birlikte Resûlullah’tan (s.a.s.), bazı hayvanların etlerinin yenilmesine dair hükümleri ihtiva eden başka hadisler de rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd, 15,16 [1933-1934] ; Ebû Dâvûd, Et’ime, 32 [3802]). Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi, İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir.
İslâm âlimleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu tek tek ya da gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sıhhati konusundaki farklı değerlendirmelerin ve yorumların yanı sıra insan tabiatının, örfün, mahallî alışkanlıkların ve söz konusu ilkeleri somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının etkili olduğu bir gerçektir.
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: Ahmet ŞİMŞEK CEZAEVİ VAİZİ