Bizim; biz müslümanların iki mihenk taşımız var... Sayelerinde her şeyin değerini ölçebileceğimiz iki mihenk taşı… Doğru yola sevkedecek ve doğru yolda tutacak iki eman… Her ferde ve bütün müesseseleriyle cemiyete ayar verecek; ferdi ve cemiyeti doğru ayarlarda tutacak iki nimet… Her şey hakkında yol gösterici… Rehber… Bugüne uygun ifadeyle, doğru istikamet için (Novigatör)… Ferdi ve cemiyeti akort edecek iki (diyapozon)... Birisi her sahada iyiyi, kötüyü; doğruyu, yanlışı; güzeli, çirkini en sağlam ve net şekilde öğretecek… Diğeri bu ölçüler içinde ve ölçülere uygun olarak derinleşebilme imkânları kazandıracak.
Biri nelere inanmamız ve inanmamamızdan tutun, tuvalette nasıl hareket edeceğimizden, nasıl ibadet edeceğimize kadar her şeyi eksiksiz ve fazlasız tam olarak bildiren Şeriat… Diğeri bildirilen bu kaidelerle yaşanacak hayata ait edebi, irfanı ve manevî derinleşmeyi kazandıracak ve bunları cemiyette ekolleştirecek Tasavvuf… Biri olması gereken cemiyeti kuracak, diğeri aynı yolu, nesillere yayarak mayalandıracak, sağlamlaştıracak… Birincisi mükellefiyet… Herkese… İkincisi manevî kahramanların harcı…
Onlar üzerinde bilgi vermek haddimiz değil, zaten mevzuumuz da değil… Meselemiz; onları hakikatiyle bilememenin, idrak edememenin, doğru anlayamamanın; onlara inanmamanın ve o inanca göre yaşamamanın akıbetini göstermek. Onlardan mahrumiyetin felâketini, günümüze işaretle, (FETÖ) misaliyle göstermek.
Hatırlayacaksınız, geçen haftaki yazımda (FETÖ)den bahisle şöyle demiştim:
“İçerde ve dışarda 40 yıl... En mühim mevkilerdeki devletlilerin en yakınlarına adamlarını yerleştirmiş. Onların fısıltılarını bile dinlemiş. El atmadığı saha, yapmadığı kumpas, dinletmediği kişi kalmamış… Herkesi ayakta uyutmuş. Herkes ayakta uyumuş... Riya erbabı elemanlarına münafıklığı sistem haline getirecek taktikler fısıldamış, küfrün ‘hocaefendi’ maskeli kuklası... (…) Vaazlarla ismini duyurup ‘Hoca Efendi’ lâkabına konmaya başladığı zamandan itibaren sayarsak 50 yıl... Yarım yüzyıl herkesi ayakta uyutmuş. Hempalarını, ‘son darbeyi’ vuracak hale gelene kadar gizlettirtmiş. Gizlenmiş… Peki, bu toplu aldanışın sebebi ne? Nasıl bu derece derin gaflete düşülmüş? Bir - iki kişi değil; üç - beş kişi değil... Birkaç il değil… Bütün millet... (…) Bir devlet, bir millet, bir topluluk nasıl olur da yarım yüzyıl böyle derin bir gaflet içinde olur? Nasıl olur da, olanları görmez; gördüklerini yanlış değerlendirir; doğru değerlendirdiklerini yanlış yorumlar?”
Kendisi, devleti ele geçirme plânlarını 20 yaşında yaptığını söylüyor. Hz. Ömer buyuruyor: “Hırs, şaraptan daha fazla aklı baştan alır”. “Kâinatın imamı” olma hırsına bakıp, şeriatle halinin bağdaşmadığını görmek lâzımdı. Şimdi bütün televizyonlar, bu (vidyoyu) yayınlıyor. Yani en azından milletin tamamı değilse bile, etrafındakilerin bir kısmı onun niyetini biliyor. Biliyor ama “mihenk taşına” vurmayı bilmiyor. Yerine getiremeyeceği sözleri söylemekte beis görmeyen topluluk, böyle bir iddiayı “fantezi” olarak görüyor ve ciddiye almıyor. Kur’ân-ı Kerîm’i kastederek, “Ne zaman kurtulacağız bu kitaptan!” diyor; her şeye bir tevil bulanlar, buna da bir tevil buluyor. Gaflet ki, ne gaflet! Milletin basireti olmasaymış devlet, ele geçirilecek, memleket işgal edilecek ve bölünecekmiş. Şükür ki, Allah lütfetti de, hâlâ ve her şeye rağmen ölmeyen içimizdeki cevheri harekete geçirdi. Bir şahlanışla millet, hainleri engelledi.
Bütün bir cemiyeti, ölü toprağı serpilmiş gibi bu hale getiren nedir? Cevap çok basit… İşte bu iki mihenk taşına bağlılığımızın pörsümesi… Onlardan şüphe… Onlara güvenimizin azalması… Hattâ, her vesileyle onların suçlanması. Dolayısıyla her sahada her şeyi hakkıyla idrak edememek, her şeyi ona göre ölçüp biçememek… Gerçek kılavuzu terk edenin kılavuzu karga olur. Kılavuzu karga olanın hali malûm… Şimdi artık her şey ayan beyan olduğu için birkaç örnekle yetinebiliriz…
Şeriat, “tecessüs etmeyin” diye emrediyor. Mahut kişi ise, bunun beterini yapıyor. Sistemli, teşkilâtlı ve yaygın olarak hem de… Cumhurbaşkanına kadar bütün etkili kişileri dinliyor, dinletiyor… Maksadı daha beter: Şantaj… Dinlediği kişileri, iktidar hırsına “hizmet”e mecbur etmek için… Nerede işleniyor ve işlettiriliyor bu ancak istihbarat teşkilâtı ile yapılabilecek sistemli, yaygın faaliyet? Yüzde yüze yakını müslüman olan bir ülkede… Şimdi kim diyebilir, bu ülkede İslâm’ın emirlerini yerine getirme hassasiyeti var diye? Öyle olsaydı, bu melâneti işlemeye başladığı ilk dakikalarda etrafında kimse kalmazdı… “İslâm’ın tecessüs etmeyin” emrini bilmiyor musun diyen kapıyı çarpıp giderdi. Bilâkis hırs, âlet olmaya âmâde hempalar buluyor.
Soruları çalıp hakkı olmayanları kazandırmak kul hakkı yemek değil mi? Pek çok insan bu yolla okumuş, mevkilere gelmiş, maaşlar almış, yetkiler kullanmış… Kul hakkı vaazları bir kulaktan girmiş, öbüründen çıkmış. Yıllarca… Başkalarının hakkını gasbedenlere şunları da ekleyin: Soruları çalan, çaldıran, göz yuman, menfaat karşılığı âlet olan, soruları dağıtan, hırsızlığa bulaşanların ne yaptığını bilebilecek olan birinci ikinci derece yakınlar, hasbelkader duyanlar, şüphelenenler, haberdar olduğu halde bana ne diyenler, korkusundan susanlar... Demek ki, bu cemiyetin içinde, kanser hücresi gibi, kul hakkı yemeyi önemsemeyen bir zümre nüvelenebilmiş.
Hempalarına, günü gelene kadar kendinizi gizlemek için şu günahı, bu günahı işlemenizde beis yoktur diyor. Muhataplarında en ufak bir ürperti yok, değil sen dinde kanun koyucu musun, demek... Riyakârlık ve münafıklık, müessese halinde bir kesime kabul ettiriliyor. Deminki gibi, bunların da çevrelerini de hesaba katarak düşünün… Demek ki, bu cemiyette günah işlemeye mazeret bulmaya hazır mihenk taşlarından bîhaber bir zümre bulmak zor değilmiş.
Başörtüsüne “füruat” dediği zaman, cemiyetten hakikati yerine oturtan cevap gelmediği gibi, yandaşlarından başlarını açanlar bile oldu. Demek ki cemiyet kumaşını güveler yemiş. Bir de (FETÖ) dışındaki zabıta vakalarından, terör olaylarına kadar olan felâketleri düşünün. Hâlâ siz, ferde ve cemiyete şart olan mihenk taşı Şeriat (yani İslâm) yeterince ve hakikatiyle bilinmiyor demeyecekseniz; Şeriat (yani İslâm) biliniyor ama umursanmıyor, hattâ Şeriat’e (yani İslâm’a) inanılmıyor demek zorundasınız. (Bundan sonraki yazı… Allah nasip ederse… Tasavvufu bilseydik…)