Bu iki kavram, literatürümüze Marksizm’in armağanıdır. Tarihsel materyalizmin diyalektik biçimde ve zorunlu olarak sürekli ileriye doğru devinen bir süreci tetiklediğini ileri süren Marksistler, tarihin doğrusal çizgideki ilerlemesi karşısında duranları gerici, buna uyum sağlayanları da ilerici güçler olarak görürler.
Kavramın felsefî olarak gerçeklere ne kadar tekabül ettiği, ayrı ve uzmanlık isteyen bir tartışmanın konusu olduğu için, burada ayrıntıya girmiyorum. Bizi ilgilendiren daha çok, Marksizm’in Asyagil bir versiyonu olarak Türk sosyal demokratlarının, tam da bu bağlamda, nerede konumlandıklarına ilişkin bazı mülahazaları paylaşmaktır.
Türkiye’de sosyal demokrat çizgiyi temsil eden kadroların, geleneksel toplumdan kapitalist bir çizgiye evirildiğimiz şu günlerde, gelir dağılımda gittikçe açılan mesafe, çalışma şartlarındaki olumsuzluklar, çevre meseleleri, kültürel haklarla düşünce ve inanç özgürlükleri ve en nihayet kültürel emperyalizmin gittikçe artan baskısı karşısında çözüm önerileriyle halkın karşısına çıkması beklenir.
Sanayi toplumunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve Karl Marx’ın Kapital’de büyük bir duyarlılıkla üzerinde durduğu bireyin kendine yabancılaşması, yalnızlığı ve gittikçe mekanikleşen üretim ilişkilerinin, sadece doğanın değil, hayatın da anlam ve büyüsünü bozmasına dair yazdıkları, her nedense Türk sosyal demokratlarının ilgisini çekmiyor.
Son yıllarda küresel bir karşılık bulan kültürel haklarla çarpık kentleşme ve kültürel yozlaşmaya ilişkin olarak Batı literatüründe gittikçe ağırlığını arttıran meseleler de, bu söylemlere yansımıyor. Artık bir yılan hikâyesine dönmüş bulunan laiklik ya da laisizm hakkında, sürekli olarak eski ezberler tekrarlanmıyor, aynı zamanda bütün siyasî paradigma bunun üzerine kuruluyor.
İslâm düşüncesinde içtihat kapısının kapandığına ilişkin muhafazakâr düşüncenin laik versiyonu, Türk sosyal demokratlarında Kemalist paradigmanın bir tabu hâline getirilmesiyle farklı bir şekilde yeniden diriltiliyor. Türk sosyal demokratları bu halleriyle, ilerleme ve yenileşmenin temsilcisi olmaktan çok, laik muhafazakârlığın tipik temsilcileri olarak arzı endam ediyorlar.
Toplum, hayatın dinamik zaruretlerinden dolayı değişim isterken, statükonun devamı çizgisinde konumlanan bir yapının, kendini halka kabul ettirmesi kolay görünmüyor. Kemal Tahir bir konuşmasında, gerçeklik avuçlarımızda sürgit devam eden bir sabite değil, sürekli değişen bir dinamizmdir. Bu sebeple onunla girişilen mücadele devamlılığındadır demişti.
Değişim isteğinin, hayatta karşılığı bulunmayan hayalî dayatmalardan ziyade, yaşanan gelişmelerin zorunlu bir gereği olarak sahici realitelerden ilhamını aldığı sağlıklı demokrasilerde, önyargılar değil, ihtiyaçlar öne çıkar. Bizde ise, ihtiyaçların yerini önyargı ve ideolojiler alıyor. Bundan dolayı, değişim ve yenilik adına ortaya atılan iddiaların bir kısmı, fantezi ve özentinin ötesine geçemiyor.
İmdi, yukarıda yalınkat belli karakteristikleri verilmeye çalışılan bu çizginin, hem de Marksist kriterlerle ilerici bir pozisyonda mı, yoksa gerici bir pozisyonda mı mevzi aldığını, tamamen okuyucunun idrakine havale ediyorum.