05-11 Aralık, Dünya İnsan Hakları Haftası münasebetiyle, hayatın odak noktasında bulunan ve Mevla’nın en muhteşem eseri olan insanın, temel hak ve hürriyetleriyle ilgili bir değerlendirmede bulunmak istedim.
Evet, yaratılmışların en değerlisi olan insan Âdem’den, Âdem ise topraktandır. İnsan bu değere ana rahminde teşekkül etmeye başladığı andan itibaren sahip olmuştur. Bu armağan, Mevlâ’mızın, insanlara olan engin lütuf ve ihsanıdır. Yaratılmışlardan hiçbir varlık, insanların nâil olduğu şerefe ve şevkete muhatap olmamıştır. Yaratıcımız bu şerefi Kur’anda şöyle açıklıyor: “Andolsun biz insanoğullarını şerefli kıldık. Onların karada ve denizde gezmesini sağladık. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” 17/64. Evet, her şeyde insan, her şey insan için, her şey insana, her şey insanın hatırına ve her şey insanın emrine âmâde... Şeyh Galip ne güzel demiş: Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen / Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen! Yani: Ey insan, kendi varlığına hoşça bak ki, sen kâinatın özüsün, varlıkların gözbebeği olan âdemsin...
Doğuştan bir takım hak ve hürriyetlere sahip olan insanoğlu gerçekten yüce bir varlıktır. Asırlarca bir avuç zümreye köle gibi itaat eden halklar, insan yerine konmadıkları için isim bile verilmeyerek 1.2.3... diye rakamlarla çağırılan kadınlar, İslâm’ın gelişiyle nasıl bir değer olduklarının farkına vardılar. İslâm’a göre her insan, hayat hakkına, çalışma, evlenme ve seyahat etme hakkına, düşünce ve ifade, inanma ve vicdan hürriyetine sahip bulunmaktadır. İnsan bu haklarla vakar ve şahsiyet sahibi olmuş, hayatı sevmiş, mutluluğu tatmış, umduklarına kavuşmuş ve dünyasını renklendirmiştir. İslâm, söz konusu hak ve hürriyetleri ferde sunmakla, onun kanını dökülmekten, ırzını çiğnenmekten, malını gasp edilmekten, meskenini tecavüzden, nesebini bozulmaktan ve vicdanını tahakkümden korumuştur.
İslâm güneşinin beşeriyet üzerine doğmasıyla, vicdanların üzerindeki ağır baskılar kalkmış, isteyen istediği işte ve istediği yerde çalışabilir, güven içinde arzu ettiği yere seyahat edebilir, istediğini alıp satabilir, beğendiğiyle evlenebilir, dilediğine inanabilir, inandığına inandığı şekilde ibadet edebilir, hür düşünüp, düşüncesini hür olarak söyleyebilir hale gelmiştir. Bir mütefekkirin “Hürriyet her insanda doğması gereken bir güneştir” sözü bir haksa ki bu fıtrî bir haktır; inanan ve inanmayan bütün insanlık bu hakkını İslâm’a borçludur.
Düşünce aklın, îman da vicdanın birer mahsulü olduğuna göre, düşünen insan, tabîi olarak fikrini açıklayacak, inanan kişi de îmanının gereği olarak inandığına ibadet edecektir. Unutulmamalıdır ki, bütün fikrî gelişmeler, zihnî derinlikler, ilmî buluşlar, keşif ve icatlar hür düşünmenin ve düşündüğünü özgürce ifade edebilmenin ürünüdür.
Mülkiyet hakkı da, insanın doğuştan elde ettiği haklardan birisidir. Kişinin kendi mülkü üzerinde, başkalarını rahatsız etmemek şartıyla dilediği gibi tasarruf etme hak ve hürriyeti vardır. İslâm, ferde mülkiyet hakkını vermekle beraber, onu başıboş bırakmamış ve bu hakkın topluma zarar verecek şekilde kullanılmasına da izin vermemiştir. Çünkü insanların haklar içindeki hakkı, Hak tarafından tespit edilmiştir. Kaldı ki, ancak yarım asırdır ‘İnsan Temel Hak Ve Hürriyetleri’ni konuşan insanlığa, İslâm’ın ikram ettiği hürriyet pınarlarından su içmenin izzeti ve lezzeti çok görülmeseydi, insanlığın özlediği huzur, sürur, onur, sükûn, güven, barış, sevgi ve kardeşlik kavramları, uykularda görünen ve doya doya yaşanan bir rüya, erişilmeyen ve kavuşulmayan bir hülya olmayacaktı…
Eğer insanlık, Mevlâ’mızın “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır” 3/19, “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” 3/85 beyanındaki derûnî hikmeti kavrasaydı ve evvelen bu pazarda kara cüppeleriyle sergi açanlar, yeryüzünde Allâh’ın sözüm ona temsilcisi olduklarını vehmedenler anlasaydı, anlamaya gayret edenler aforoz muamelesine tabi tutulmasaydı, yüzyıllardır kimlikleri, kişilikleri, zihinleri ve fikirleri pelteleştiren cehenneme bedel engizisyon mahkemeleri kurulmasaydı, evrensel doğrular boğulmasaydı, ateizmin hârı ve nârı insanlığın inanma hürriyetine ipotek koymasaydı, fıtrattaki mâsum, mâsun ve meknûz kabulleri ifsat, idlâl ve ihlâl eden, mürşitliği münkirliğinden menkul, din ve dünyayı anlatan iz’an ve irfan cellâtlarının şeytana pabuç giydirecek tahribatları olmasaydı, günümüz insanlığının hâli ve evrenin ahvâli daha bir başka anlamlı olacaktı…