27 Ocak 1299, yani bu gün, Osmanlı Devletinin Kuruluşunun 713. yıldönümü. O günden bugüne kadar kuruluşta emeği geçenleri rahmetle, mağfiretle ve minnetle anmak boynumuzun borcudur. Mekanları, makamları ve makarları cennet olsun. Elbet büyük insanların büyük devletleri olur. Onun için Osmanlı Devletine, Ebet- Müddet-Devlet deyimi yakıştırılmıştır... Zalimlere, zorbalara ve müstevlilere benzememesi için de ona, İmparatorluktan ziyade Devlet-i Âliyyeyi Osmaniye denmiştir... Osmanlının kuruluş yıldönümleri senelerdir sönük kutlanmakta ve hatta daha doğrusu kutlanmamakta ve hayfâki pek çok insanımızın, özellikle aydınımızın, sözüm ona entelektüelimizin bu tarihten haberi bile bulunmamaktadır. “İnsan nisyanla mâlüldür” kaidesinden hareketle; bunu, şunu, onu unutabiliriz. Ama bazı şeyler vardır ki, onlar milletlerin varlık sebebidir, ayakta ve hayatta oluş objesidir, nüvesidir. Onları unutmak vahâmettir. Zira unutulan şey mehâbettir. Onun için, Osmanlının kuruluş tarihi ve bu kuruluşun keyfiyeti ve bu kuruluşa nefes verenlerin himmeti en ince ayrıntılarıyla doğru biçimde neslimizin vicdanına ve irfanına nakşedilmelidir. Çünkü köksüzlük güdüklüktür. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz. “Kökü mâzide olan âtiyiz” diyen şairin tespitine eklenecek kelâm var mı? Soylu milletlerin geçmişlerinin derinliğindeki kristalize edilmiş billurlar, karakterize edilmiş mercanlar o milletlerin geleceklerine projektörler tutan değer ve kıymetlerdir, güç ve kuvvetlerdir. En dibine derinlik, en tepesine çıkıştır, sıçrayıştır. Okun yayını ne kadar geriye çekerseniz, o kadar ileriye fırlatırsınız.
İşte o maziden, maalesef adı ve sanı çok az bilinen ve duyulan Anadolu erenlerinin sultanı bir velî... Kuruluşa ilk damgasını vurarak isim babası olan yiğitler serdarı ve pişdarı Osman Gazinin mâna hamurunu mübarek ellerinde yoğuran, kurulan devletin temeline duasını ve nefesini harç yapan ulu bir pîr... Kimdir bu yüce insan? Anadolu’muzun manevi ikliminde her biri insanların gönül dünyasına bir yağmur damlası gibi damlayarak, inanan insanların ruh atmosferini yıldız yıldız parlatan, ufuklarını aydınlatan, inanmayan veya inanamayan insanları hidayetle buluşturan, nefesleriyle İslamlaştıran, küfrün katrânî zulmetinde, nefsin şeytânî dalaletinde inim inim inleyen, yarasanın güneşten kaçtığı ve korktuğu gibi, ‘Tevhit’e secde etmekten ödü patlayan nice muannit münkirlerin inatlarını kıran, fertten aileye, aileden cemiyete, cemiyetten millete, milletten devlete kadar her yerde, her mekânda ve her zamanda huzuru, süruru, sükûnu, sulhu öğreten Anadolu’muzun yüzlerce evliyasından kutlu biri, Edebâli hazretleri...
Edebâli, 1201 de Karaman civarında doğdu. Memleketinde ve Şam’da ünlü üstatlardan ilim ve feyiz aldı, tasavvufa meyletti, Vefâiyye tarikatına mensup oldu ve nice merhalelere erdi. Doğduğu yere döndü, daha sonra Eskişehir yakınlarında bir köyde bir müddet ikamet etti ve Bilecik’te yerleşmeye karar verdi. Ahî Teşkilatının kurucusu ve yöneticisi olup, kısa sürede şöhreti her tarafta duyuldu. Kendi parasıyla yaptırmış olduğu zâviye, yolculara konak, talebelerine maddî ve manevî ocak oldu. Söğüt yöresinde yerleşmiş olan Kayı boyunun Reisi Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Bey, bu Mürşidin özel konuklarından ve bu ocağın müdavimlerindendi. O Edebâli ki, Osman Bey onunla girmişti kol kola, onunla çıkmıştı yola, onunla olmuştu elbet millet ve onun iksirleriyle doğdu dillere destan kocaman devlet... Geleceğin Padişahı Osman Bey, Edebâli hazretlerine çok hürmet ederdi. Zira o, başarının hikmetini sezmişti ve anlamıştı. Sonra o, bu talimatı babasından almıştı. Obanın başı olan babası Ertuğrul Gâzi, Edebâli hazretlerini, ona şöyle emanet etmişti: “Bak Oğul! Beni kır, Şeyh Edebâli’yi kırma. O bizim boyumuzun ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz, bana karşı gel, ona karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür incinirim, ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur. Bu dediklerimi vasiyetim say.”
Osman Bey bir gün yine dergâhtaydı. Bir ara uykusu geldi ve uzandı. Rüyasında, Edebâli’nin koynundan doğan bir ayın kendi koynuna girdiğini, aynı anda göbek çukurundan çıkan bir ağacın dallarının ufuklara kadar uzandığını gördü. Uyanır uyanmaz, uykusunu ulu Şeyhine anlattı ve yorumunu dinledi: Osman Bey, babasından sonra ‘Bey’ olacak, sûreti ve sîreti melek misali Şeyhinin kızı Malhun Hatunla evlenecek ve bunların nesli Osmanlı Devletini cihana ve yüzyıllara taşıyacak... Ve öyle de oldu... Bu nikâhtan, Orhan Gâzi dünyaya geldi. Edebâli, Osman Bey’in çadırda kurduğu devlete manevi güç verdi ve bu şevketlere, haşmetlere hâmile toy devletin ilk Kadısı ve Müftüsü olarak gece gündüz damadının yanında oldu. Eğrileri doğrulttu, çirkinlikleri güzelleştirdi, yanlışları düzeltti, hakkı savundu, bâtılın butlan olmayacağını haykırdı, elini değil fiziğini ve kimyasını taşın altına soktu. Onun her daim zikri ve fikri; temellerinde duası, gözyaşı, alın teri, emeği, semeği, sesi, nefesi ve hevesi olan bu Eserin kaim olması idi.
Nitekim söylemler eylemlere, rüyalar gerçeklere dönüştü, saçılan cins tohumlar filizlendi, serpildi ve kısa sürede evreni kanatlarıyla kuşatan ve bir devrin ahvâlini resmeden Çınar oldu. Onun için, ehl-i hâl Bilgeler der ki: Şeyh Edebâli, yazılı hiçbir eser bırakmamıştır. Onun eseri, yaşayan Devlet-i Âliyyeyi Osmaniye’dir.
Evet, bu büyük veli, Osmanlı’nın kuruluşunda kan ve can olan Edebâli 1326 da, 125 yaşlarında iken Bilecik’te vefat etti ve oraya defnedildi. O, hâlâ bu gün bile, hem Anadolu’nun ve hem de Bilecik’in kanı ve canı mesabesindedir. Mahşere dek de öyle olacaktır... Aziz hâtırasını yâd ettik, muazzez ruhu şâd olsun. Torunlarını çok görmeyecekleri bir fatihaya davet ediyorum... El fatiha...