İSLAM, ÇEVRE VE AHLAK

AİLE KÖŞESİ

Allah, insanı bir çevre içinde, bir çevreyle birlikte ve bir çevreye muhtaç hâlde var etmiştir. Bir taraftan çevresi ile ona nimet ve ibret sunarken, bir taraftan da bu çevre ile onu sınamış ve sınırlamıştır. Sınırlar, bir ilişkinin karakterini ve niteliğini belirler. İnsan ile çevresi arasındaki ilişkide de İslam tarafından belirlenen net sınırlar vardır. Zira insanın kendisi dışındaki canlı cansız bütün varlılara karşı geliştirdiği tutum, her ne kadar sıradan ve günlük ilişkiler gibi görünse de, aslında bir ucu “göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi’ne uzanan derin bir anlama sahiptir. O hâlde, insanın çevreyle ilişkisini konuşurken, ilahî boyutu da olan, hatta sadece bu hayatı değil, ahiret hayatını da ilgilendiren bir konuya adım attığımız dikkatten kaçırılmamalıdır. İnsan ile doğal çevresi arasındaki ilişkiyi parça-bütün ilişkisi şeklinde kurgulamak zordur. Elbette insan, kâinat bütününde yer alır. Ancak kâinatın bir parçası ya da bir ürünü değildir. İnsan, yaratılmışların en şereflisi olmakla başlı başına bir değerdir. Karşısında da tek tek bütün fertleri “öz değer taşıyan” bir varlık âlemi vardır. Bu âlemle “yok sayan ve tüketen değil, saygı duyan ve destek olan” bir ilişki geliştirmeli yani ahlaki sorumluluğunun farkında olmalıdır. Unutmayalım ki, ilk insan, bizzat Rabbi tarafından çevresiyle tanıştırılmıştır. Çevreyi anlama ve anlamlandırma yolculuğunun ilk adımında Hz. Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğreten Cenab-ı Hak’tır. (Bakara, 2/31.) Rabbimiz, insan ile çevresi arasında vazgeçilmez bağlar örmüş, bu bağların tanınması, korunması ve güçlendirilmesi görevini de insana vermiştir.
Çevre ahlakı; “insan dışındaki varlıklar ve gelecek nesiller de dâhil olmak üzere” kâinata karşı her türlü tutum, karar ve davranışımızın ahlaki temeller üzerine oturması gerektiğini savunan ilim dalıdır. Bugün yeryüzünün hemen her köşesinde yaşanan ekolojik bunalıma bakıldığında, insanın kâinattaki hassas dengelerle uyumsuz yaşadığını, çevresiyle tek taraflı ve sömürmeye dayalı bir ilişki geliştirdiğini söyleyebiliriz. Aslında ekolojik bunalım, sadece sokağa çöp atmak veya ağaç kesmek gibi sorumsuzca işlenen davranışları engellemekle çözümlenemeyecek kadar çetrefillidir. Zira çevre krizinin merkezinde, fiziksel sorunlardan daha büyük bir “değer bunalımı ve bilinç kirlenmesi” yer almaktadır. Bu durumda, tabiattan bahseden Kur’an ayetlerini sıralamak ya da temizliğe, hayvanları korumaya, ağaç dikmeye, israfın yasaklığına dair hadis rivayetlerini derlemek çözüm için yeterli olabilir mi? Yoksa bir farkındalık, bir ahlak, bir şuur mu geliştirmek zorundayız? Kanaatimizce çevre krizine çözüm üretirken davranışlardan önce zihniyete odaklanmamız, eylemlerden önce inanç ve değerleri gündeme taşımamız şarttır. Bu yazının ana konusu da İslam’ın çevre ahlakına dair öngördüğü ilkeleri kısaca ele alarak, sağlıklı bir zihniyetin temellerini atmaktır.

a-Çevreyi Allah ile birlikte düşünmek

İslam’a göre insanın her anını her yönden kuşatan Allah, bir bakıma onun nihaî çevresidir: “Doğu da, batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.” (Bakara, 2/115.) Allah, doğal çevreyi insandan ayrı ve kopuk yaratmadığı gibi, kendisinden de uzak ve bağımsız bir varlık dünyası oluşturmamıştır. “İyi bilin ki, O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (Fussılet, 41/54.) ayetinden anlaşıldığı üzere O, her an aktif biçimde tabiatın kontrolünü elinde tutmaktadır. Dolayısıyla kâinat, “insan ile Allah arasında iletişime imkân veren” bir alandır.

İslam çevre ahlakında belirleyici unsurun ‘tevhit’ olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her şeyden önce, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren çevresinde gözlemlediği tabiat olayları, insanı tevhide davet eder. Allah, tabiatta yer alan farklı detaylara kudretinin birer göstergesi olarak işarette bulunur ve yarattığı muhteşem düzeni insanoğluna göstererek bir anlamda ona çevresiyle meydan okur: “Sizi yaratmak mı daha zor, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah kurmuştur. Onu yükseltmiş ve ona düzen ve ahenk vermiştir. O, göğün gecesini karanlık yaptı, ışığını da çıkardı. Ardından yeri düzenleyip döşedi. Ondan suyunu ve merasını çıkardı. Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi. Bunları sizin için ve hayvanlarınız için bir yarar kaynağı yaptı.” (Naziat, 79/27-33.) “Zerreden kürreye” uzanan bu nizam Allah’ın eseridir ve çevre O’nun mülküdür. Şu hâlde çevre için üstlenilecek ahlaki sorumluluk, Allah’ın eserine ve mülküne saygının gereğidir. Çevreye zarar veren ve düzene aykırı düşen davranışlar sergilemek ise, onu tanzim eden iradeyi tanımamaktır.

Doğrusu Rabbimizin gizli açık her şeyi bildiğine inanmak, çevre için iyiyi yapıp kötüden uzak durmamızı kolaylaştırır. Tevhit ilkesi, insanı egoist, kibirli ve tamahkâr bir çevre algısı geliştirmekten korur. Zira tevhidi benimseyen insan, varlık âlemini Allah’ın varlığının delili olarak görebilir ve her bir nimete karşı müteşekkir olduğu kadar mutedil bir tutum geliştirmeye de hazır olur. Çevrenin sahip olduğu ilahî kodları keşfeden bu insanlar, Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, Seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Âl-i İmran, 3/191.)

b-Çevre için sorumluluktan kaçmamak

İslam’ın ana kaynaklarından beslenen bir çevre ahlakını konuşuyorsak, tevhit, olmazsa olmaz ilkemizdir. Ancak tevhit karşısında insanın sorumluluğu da bir o kadar önemlidir. Böyle bir sorumluluk ahlaki, hukuki, duygusal ve düşünsel birden fazla boyuta sahiptir. Bütün boyutlarını bir kenara bıraksak bile, en sığ bakışla, bir insanın çevresine karşı sorumluluk üstlenmesinin kendi yararına olduğunu fark etmek zor değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, denizlerden yıldızlara, meyve bahçelerinden hayvanlara kadar insanın faydasına sunulan sayısız nimeti ısrarla hatırlatır. (Mesela bkz. En’am, 6/141; Nahl, 16/5-8.) “Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” (Rahman, 55/13, 16, 18, 21.) sorusunun defalarca muhatabı olan insan, bencillik ve nankörlük etmemekle yükümlüdür. Evet, Kur’an’ın ifade ettiğine göre, “Göklerde ve yerde ne varsa Hak katından birer nimet olarak insanın hizmetine sunulmuştur.” (Casiye, 45/13.) ama bu, yeryüzünün sadece insan için var edildiği anlamına gelmez. “Allah, yeri canlı yaratıklar için var etti.” (Rahman, 55/10.) ayeti üzerinde düşündüğümüzde, insanın olduğu gibi diğer canlıların da yeryüzünde yaşama hakkına sahip olduklarını anlarız. İşte bu noktada yeryüzündeki tek akıllı ve mükellef varlığa, sorumluluktan kaçmamak düşer.

c-Halife olduğunu hatırlamak

Çevre ahlakının sorumluluğa bakan yüzü, bizi “halifelik” kavramına götürür. “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 2/30.) ayetinden anlaşıldığı üzere, insanın halifeliği, yaratılışla başlayan bir süreçtir. Halife demek, yeryüzünü Allah’ın rızasına uygun bir şekilde imar edecek, akıllı, sorumlu, güçlü, onurlu varlık demektir. Halifelik, yeryüzünün efendisi olmak ve onun üzerinde sınırsız hak iddia etmek gibi bir lüksün adı değildir. Aksine halifelik, dengelerin korunması adına emek vermenin, yani imtihanın adıdır: “O, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve bazınızı bazınıza derecelerle üstün kılandır.” (En’am, 6/165.)

d-Emanet bilinci taşımak

Kur’an, yeryüzünün şerefli halifesini, aynı zamanda “emaneti yüklenen varlık” olarak tanımlar: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72.) “Emanet” kelimesi “sahip olma” fikrini reddeden bir anlam taşır. Dolayısıyla insan ile çevre arasında “mülkiyet ilişkisi” geliştirmek anlamsızdır. Çevrenin sahibi bellidir, çevreyi yaratan ve yöneten bellidir. İnsan ise çevrenin ancak emanetçisidir. Gün gelip emanetin sahibine hesap vereceğini aklından çıkarmamalıdır. Zira Mülkün Sahibi’nin uyarısı gayet açıktır: “Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (A’raf, 7/56.)

e-Çevreye karşı muhabbet ve merhamet beslemek

Halifeliği, doğuştan gelen bir meziyet veya konum değil, bir yetki ve erdem potansiyeli olarak düşünebiliriz. Bu potansiyeli değerlendirmek insanın kendi iradesine kalmıştır. Bir başka deyişle, insan, halife olduğunu idrak edip bu yetkiyi erdemli biçimde kullanmayı seçerse hayat sınavında başarılı olabilecek, aksi hâlde potansiyelini zayi etmiş olacaktır. Bu bilinç, insanı bir üst düzeydeki çevre algısına taşıyacak ve sadece sorumluluk gereği değil, artık bir erdem tezahürü olarak çevresiyle sağlıklı ilişkiler geliştirebilecektir. Çevre hakkında erdem ve faziletten bahsedeceksek, öncelikle muhabbet ve merhameti zikretmeliyiz. Zira bir dağa bile muhabbet nazarıyla bakabilen, “Uhut bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhari, Cihad, 71.) diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Engin bir merhamet sahibi olan Allah, (Bakara, 2/143, 207; Tevbe, 9/117.) insandan da bütün varlıklara karşı aynı şekilde merhametli olmasını talep eder. Bu talep Allah Rasulü tarafından o derece güçlü dile getirilir ki, insanın merhameti Allah’ın merhametine ön şart olarak zikredilir: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” (Buhari, Edeb, 18.) Allah Rasulü’nün hayvanların atış tahtası ya da hedef olarak kullanılmasını (Müslim, Zebaih, 58, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/101.) ve birbirleriyle dövüştürülmesini (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30.) yasaklaması, devesi huysuzlanınca ona sert davranan Hz. Aişe’yi “Yumuşak davran!” diyerek derhal uyarması, (Müslim, Birr ve Sıla, 79.) hatta binek hayvanlarının sırtında uzun süre oturup molada bile onları koltuk yerine kullanarak sohbete devam edenleri “Allah onları size, ulaşmakta zorlanacağınız yerlere kolayca erişesiniz diye verdi!” şeklinde ikaz etmesi, (Ebu Davud, Cihad, 55.) bu merhametin açık ifadeleridir. Çevrenin diğer sakinlerine karşı muhabbet beslemek, onları kâinat ailesinin fertleri olarak kabul edip onlarla bütünleşmek, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmek”, çevre ahlakının erdem boyutunu yansıtır. İnsan dışındaki dilsiz ağızsız nice varlığa sadece Allah’ın hoşnutluğunu umarak iyi davranmak, nebevi bir öğretidir. Nitekim bir deveyle hasbihal edip onun hâlinden ne kadar sıkıntıda olduğunu anlayınca sahibine uyarılarda bulunan da (Ebu Davud, Cihad, 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/204.) küçük bir çocuğun serçesinin hatırını soran da (Buhari, Edeb, 81.) peygamberimizdir.

f-Çevreye hikmet ve ibret nazarıyla bakmak

Allah, son peygamberinin şahsında insanlığa “Oku!” (Alak, 96/1.) diye seslenir. Bu sesleniş, “çevresini okuması” yani dinlemesi, izlemesi, anlaması için insana hatırlatmalarda bulunan bir ilahî kitabın ilk emridir. “Allah, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. İşte bunda inananlar için bir ibret vardır.” (Ankebut, 29/44.) Kâinata ibret nazarıyla bakan insan, öncelikle sadece kendisinin değil, diğer pek çok canlının da Allah’ı zikrettiğini, O’na secde ettiğini yani tek âbit ve ârif varlığın kendisi olmadığını fark eder. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamt ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, Halîm’dir, çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44.) Elbette böylesine bir zikir ve secde hâli beş duyu ile kavranamaz. Ancak açıkça duymasa ve görmese de canlıların Allah’la daimi bir hürmet ilişkisi içinde olduklarını bilmesi, insanın çevreye bakışını derinden etkileyecektir.

Kısacası, tabiat, doğal çevre, varlık âlemi insan için her anlamda bir imkân ve nimetler zinciridir. “Kendini gerçekleştirme ve kemale erme” yolculuğunda insana destek olan, Rabbini hatırlatan, sorumluluğuna işaret eden, ibret ve ilham kaynağı olan hatta yeri geldikçe haddini bildiren bir çevre, ahlaki bir ilişkiyi hak etmekte değil midir?
Diğer yandan altını çizerek belirtelim ki, kirlenen bir çevre, kirlenmiş bilinçlerin eseridir. Bilinç arınması ise ancak çevre hakkında güçlü ve yerinde bir değer eğitimiyle mümkün olacaktır. Mümin; tabiatı boyunduruk altına almayı ya da sömürmeyi değil, onun değerlerine ve ritimlerine ayak uydurmayı hedefleyen, güzel ahlaklı insandır. Çevre sorunlarının çözüm anahtarı da işte bu insanın elindedir!

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Adalar Müftülüğü-Vaize

 

 

FETVALAR BÖLÜMÜ

 

1-Belli bir amaç için vasiyet edilen paranın başka bir amaçla kullanılması caiz midir?

Yapılan vasiyet, hac, zekât ve keffaretler gibi Allah’a karşı olan bir borç için yapılmış vacip bir vasiyet ise bu vasiyetin aynıyla yerine getirilmesi gerekir. Bu amaçla bırakılmış mal başka bir yere harcanamaz. Vasiyet, dinen meşru olmayan şeyler için yapılmışsa bu vasiyet geçerli olmaz. Bunlar için bırakılmış mallar diğer mallar gibi mirasçılara dağıtılır veya mirasçılar isterlerse bu malı hayır yollarına sarf ederler (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, Beyrut 1998, X, 326).

Vasiyet edenin koyduğu şartlar şâriin koyduğu şartlar gibi kabul edildiğinden, muayyen bir hayır için vasiyet edilen mal, vasiyet edilen yere harcanmalıdır. Ancak belirlenen yere malı harcamak mümkün olmazsa vasiyet edilen amaca en uygun yere sarf edilir (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, X, 296-298).

2-Vasiyetin dini hükmü nedir?

Vasiyet ölümden sonraya bağlı olmak üzere teberru yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Vasiyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bir kişi, mal ve haklarının en fazla üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte iki varisler namına korunmuş hissedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) malının yarısını vasiyet etmek isteyen bir sahâbîye üçte birini vasiyet etmesini söylemiş, hatta bunun bile çok olacağını beyan etmiştir (Buhârî, Vesâyâ 3). Malın üçte birinden azının vasiyet edilmesi müstehaptır. Varisler fakir ise vasiyet etmemek daha faziletlidir. Terikenin üçte birinden daha fazla olan veya varislerden herhangi biri lehine yapılacak mali vasiyet ise, diğer varislerin iznine bağlı olarak geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, İstanbul, V, 769); zira vârise vasiyet caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde; “Allah Teâla her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Tirmizî, Vesâyâ, 5; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 6) buyurmuşlardır.

         Bu genel hükümlere bağlı olarak:

  1. Üzerindeki emanetlerin iade edilmesini, sahibi bilinmeyen borcun ödenmesini vasiyet etmek vaciptir.                                  

         b.Üzerinde borç olan oruç v

         c. kefaretlerin ödenmesini vasiyet etmesi müstehaptır,

         d.Yabancılardan ve akrabalardan zengin olanlara vasiyette bulunmak mubahtır,                                                                                           e.Masiyet ve günah ile meşgul olan kişiye vasiyet mekruhtur (Merğinânî, el-                                    Hidâye, I, 127; İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, Beyrut, 1421, VI, 648).

 

3-Miras hemen paylaşılmalı mıdır?

Ölenin geride bıraktığı mal ve haklardan, techiz ve tekfin masrafları çıktıktan, borçları ödendikten ve vasiyeti de mal varlığının 1/3’ünü geçmemek kaydıyla yerine getirildikten sonra geriye kalan mal derhal mirasçılarına intikal eder (Nisa 4/11-12; Buhârî, Vasâyâ 3). Buna göre, mirasın mirasçılar arasında hemen bölüşülmesi veya bölüşünceye kadar gelirlerinin hak sahipleri arasında hisselerine göre taksim edilmesi gerekir. Aksi takdirde diğer hak sahiplerinin haklarına tecavüz edilmiş olur. Çünkü hisse sahiplerinin, mirasın kendi hisselerine düşen kısmında her türlü tasarrufta bulunma ve gelirini alma hakları vardır.

4-Bir kimse çocuğu kendisine bakmadığı için onu mirastan menedebilir mi?

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde evladın ana babaya karşı görevleri üzerinde önemle durulur; Allah’a kulluk görevinin hemen ardından ana babaya saygılı olmanın ve iyi davranmanın önemli bir görev olduğuna dikkat çekilir (İsra, 17/23). Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde büyük günahlardan birinin ana babaya âsi olmak olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, Edeb, 6; Müslim, Îman, 143-144).

Bu yüzden anne-babasına karşı yerine getirmesi gereken görevleri yapmayan çocuk Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnediğinden dolayı dinen sorumlu olur. Bununla beraber varisin murisini öldürmesi, varisle murisin farklı dinlerden olmaları gibi belli durumlar mirasçılığa engel sebeplerdir (Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 86). Bu yüzden anne veya babanın kendisine hizmet etmeyen çocuğunu mirastan mahrum etmesi caiz değildir. Böyle bir tasarruf hukuken de geçerli olmadığından herhangi bir sonuç doğurmaz.

Kaynak:

Dib Yayınları

                                                                                       Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü-Vaize

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.