İSLAMDA TÜKETİM AHLAKI

AİLE KÖŞESİ

Günümüzde tüketim çok farklı bir anlam ve boyut kazanmıştır, insanlar her gün bir önceki günden daha fazla tüketmeye özendirilmektedir. Kişi, gösteriş amaçlı tüketim yaptığı ölçüde "değerli" kabul edilir olmuş; neticede insanın kendi eliyle ürettiği eşya, bir yönüyle kendisinden daha üstün konuma getirilmiştir.
Tüketimin özendirilmesi sonucu, sadece alış-veriş yapan ve sürekli tüketen, fakat ahlâkî ve kültürel zenginlikten yoksun, başkalarının açlığına karşı duyarsız, çevreye karşı saygısız tek yönlü insanlar oluşmuş ve oluşan bu insan tipi, mutluluğu sırf tüketimde arar hâle gelmiştir. Bugün artık aşırı ve dengesiz tüketim sadece İnsanî değerleri yok etmekle kalmamakta, aynı zamanda gezegenimizin bütün kaynaklarını da yok etmekte, çevremizde çöplükten dağlar oluşmakta, ormanların, toprağın, suyun ve havanın kirlenip yok olması tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Çünkü tüketim yarışının olduğu yerde atıklar, atıkların olduğu yerde de çevre kirlenmesi doğal bir sonuçtur. Tüketim yarışının ortaya çıkardığı "kullan ve at" sloganıyla şehirler, göller, nehirler, toprak ve hava her geçen gün biraz daha kirlenmekte, tüketim yarışı hızlandıkça insanların tüketme isteği daha da kamçılanmakta ve tüketim bağımlısı hâline gelmektedirler. Halbuki tüketim bir amaç değil, bir araçtır. Tüketimin mutlaka bir ölçüsü ve ahlâkî normları olmalıdır ve vardır da...

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, “Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35.) buyuran Rabbimiz, Hz. Âdem’in şahsında insanlara verilen rızıklardan diledikleri gibi yiyip içebileceklerini, ancak belli sınırları aşmamaları gerektiğini hatırlatmaktadır. “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz.” (Araf, 31.) uyarısıyla, kaynakların gereksiz yere tüketilmemesine vurgu yapılırken, “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan, 67.) ayeti kerimesiyle de israfla birlikte cimrilik de yasaklanmakta ve orta yol tavsiye edilmektedir.
İsraf yüce dinimiz İslam’ın kınadığı ve hoş görmediği bir davranıştır. Zira dinimizde servet edinme nasıl birtakım kurallara bağlanmışsa, servetin nasıl harcanacağı da aynı şekilde kurallara bağlanmış, meşrû olmayan alanlarda tüketim yasaklanmış, meşrû alanlarda da israf etmeme prensibi getirilmiştir. Aynı zamanda kişiye geliri arttıkça bunu yalnızca kendisi için değil, aynı zamanda yoksul akrabalarının, komşularının ve diğer muhtaç kimselerin ihtiyaçları için de kullanma sorumluluğu yüklenmiştir. (Nisâ, 36; İsrâ, 26-27.)
Yine belirtmeliyiz ki hızla gelişen ve değişen kitle iletişim araçlarının da etkisiyle tüketim özendirilmekte, yapay ihtiyaçlar oluşturularak harcama dengesi bozulmakta ve gösterişe dayalı tüketim harcamaları dünyada bir hayat tarzı hâline gelmektedir. Öyle ki tükettikçe değer kazandığı vehmine kapılan insanların sayısı her geçen gün artmaktadır.

Oysaki gösterişe dayalı tüketim, kıskançlık ve haset duygularını tahrik etmekte, böylece insanlar arasında kin, nefret ve düşmanlık gibi olumsuzluklar yaygınlaşarak sosyal barışın zedelenmesine yol açmaktadır. Aşırı tüketime dayalı hayat tarzının yaygınlaşmasına paralel olarak insanî ve ahlâkî değerler aşınmakta; manevi zenginlikten yoksun, çevreye karşı duyarsız kimi insan tipleri oluşmaktadır. Diğer taraftan aşırı tüketim ya da dengesiz harcamalar sebebiyle ağır borç yükü altına giren ve bu yüzden pek çok sorun yaşayan insanların ve dağılma noktasına gelen ailelerin sayısı artmaktadır.
Aşırı tüketim bir müddet sonra adeta bağımlılık yaparak bireyleri esir almakta, gerçekte ihtiyaç olup-olmadığı sorgulanmadan harcamaya sevk etmekte, aynı zamanda dayanışma, muhtaçlara yardım, tabiatı (çevreyi) koruma, israf ve gösterişten sakınma, hakkından fazlasını almama gibi dinî ve ahlâkî erdemleri aşındırmaktadır. Bu sebeple tüketim alışkanlıklarımız dinimizin tavsiye ettiği ölçüler çerçevesinde disipline edilmeli, tüketime ilişkin ahlâkî ve manevî değerlerimiz işlevsel kılınmalıdır. Yüce Allah’ın bize emanet ettiği kaynakları, imkânları, zamanı ve diğer bütün nimetleri tüketirken ölçülü olmayı ve iktisatlı yaşamayı bir hayat tarzı hâline getirmeliyiz. Diğer yandan tasarruf ederek, eldeki imkânları yoksullarla paylaşmalı, toplumsal huzur ve mutluluğa katkıda bulunmalıyız. Sadece eldeki nimetleri değil, sahip olduğumuz bütün dinî, ahlakî, tarihî ve kültürel değerlerimizi de tüketmemeliyiz.

İslâm dini, sosyal ve İktisadî dengeleri sağlamak için infakı emrederken, israfı, lüksü ve gösteriş tüketimini de yasaklar. Yüce Allah Kur’an’da yiyip içmeye müsaade etmekte, israf etmeye ve gösteriş amaçlı tüketimde bulunmaya ise müsaade etmemektedir. (A’raf, 31; Nisa, 38) Çünkü gösteriş tüketimi hem kişilerin, hem de toplumun sağlıklı gelişmesine engel olur. İslâm’a göre mal varlığına dayanan bir farklılık, şımarıklığın ve gösterişin sebebi olmamalıdır. Sadece iyi ve güzel iş yapanlar, diğerlerinden üstündür ve bunların sevinci sona ermeyecektir. (Kehf, 46; Hucurât, 15)

İslâm’da israf ve gösteriş tüketimi yasak olduğu gibi, cimrilik de yasaktır. (Âl-i Imrân, 180) Çünkü İslâm’da biriktirmeye değil, harcamaya önem verilmiş, servetin atıl tutulması yasaklanırken, harcanması teşvik edilmiştir. (Bakara, 195)
Ancak israfa varan harcamalar da, cimrilik anlamına gelen harcamamak gibi kınanmış ve harcamalarda itidal, iktisat (denge) emredilmiştir. Kur’an, tüketimde dengenin esaslarını ayetlerle net bir şekilde ortaya koymaktadır.(Furkan, 67)
Bu ayette, israfla cimrilik arasında mükemmel bir denge kurulması istenirken; (Afzalurrahman; Siret Ansiklopedisi, Inkılab Yay., İstanbul, 1996, II, 421) isrâ süresinde de aynı ilke şöyle vurgulanıyor:

"Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın." (Isra, 29) Yani ne öyle ellerini boynuna bağlamış gibi cimri ol, ne de malını saçıp savur. (Ateş, Süleyman; Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat (Milliyet Bsk.), 1st. 1995, III, 1526) Aynı sûrenin 26. ve 27. ayetlerinde de in- fak ve harcama emredilirken, tüketim sınırının ölçüsüzce aşılması yasaklanıyor: "Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." Yüce Allah, bizler için sayısız nimetler yaratmıştır; Kur’an’ın ifadesiyle bunları saymakla bitiremeyiz. (Bkz. Nahl,18) Allah herkesin rızkını verir.(Bkz. Hûd, 6) Dünya ve erişebildiğimiz diğer âlemler, sayısız nimetler üretmeye müsaittirler. (Yeniçeri, Celal; İslam Açısından Tüketim, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul, 1996, s.74) Fakat şu bir hakikattir ki, insan denen varlığın sınırsız ihtirasları ve arzuları vardır. İktisadî prensip olarak ihtiyaçlar/arzu ve istekler sonsuzdur. Buna karşılık yeryüzünde, yer altı ve yer üstü servetleri ihtiyaçlara kıyasla göreceli olarak sınırlıdır. Çünkü bizim ihtiyaç ve arzularımızı karşılayacak kadar bol miktarda, her an üretilmiş mal bulunmaz. Dolayısıyla insanlar, seçimlerini İktisadî ve ahlâkî kurallara uygun olarak yapmaya mecburdurlar. Bu nedenle tüketimde, ölçülere uygun davranış, meşruiyet, he- lâl-haram ölçüsü, zaruret derecesine göre ihtiyaçların sıralanması ve her kademede israftan kaçınılması vardır. İslami prensiplerin amacı, insanları kendi imkânları oranında dengeli harcamaya sevketmektir: Harcamalar ne gelirinden çok fazla olmalı, ne de zenginliklerinin çok altında kalmalıdır. Kısaca harcamalarda orta yol (iktisat) tutmalıdır. Böylece ne servet dolaşımı engellenmiş, ne de ekonomik kaynaklar israf edilmiş olur. (Afzalurrahman; a.g.e., c. 2, s.421) İslâm’da ekonomi, ahlâkî değerler ve sosyal normlardan bağımsız değildir. Tüketim konusunda da durum aynıdır. Tüketim alanı Allah ın emir ve yasaklarıyla, diğer bir ifadeyle meşru alan ve miktarlarla sınırlandırılmıştır. (Ekrem Han, Muhammed; İslam Ekonomisinin Temel Meseleleri, (Çev: Ömer Dinçer), Kayıhan Yay., İstanbul, 1988, s.43)

İdeal bir İslâm toplumunda; başkalarıyla ilgilenme, diğer insanları kendi nefsine tercih etme, dul, yetim ve hastalara bakma, misafirlere ikram etme ve her türlü sıkıntı anlarında karşılıklı dayanışma bir erdem olarak kabul edilir ve bunlar birer davranış normudur. Ekonomik olarak da Müslüman insan, diğerleri için fedakârlık yapacak şekilde davranır. (Ekrem Han, a.g.e., s.44) Bu bakımdan zengin insan, dilediği ve istediği kadar sorumsuzca ve sınırsızca tüketim yapamaz. Zenginliğinin sadece kendi çalışması sonucu değil, aynı zamanda Allah’ın bir lütfü olduğunu bilir ve bu sebeple, ona bu zenginliği veren Allah’a karşı, servetini O’nun emrettiği biçimde kullanır, sosyal sorumluluklarını yerine getirir, asla gösteriş tüketimine yönelmez. Tüketim ve harcamalarında yalnızca kendi mutluluğunu değil, başkalarının mutluluğunu da hesaba katar ve ona göre hareket eder. O halde tüketelim ama yönlendirilmeden, moda, marka ve reklâm etkisine fazlaca kapılmadan, ihtiyaçlarımızı imkânlarımıza göre sınırlayarak tüketelim. Yardımlaşmayı, kardeşliği ve dostluğu, açgözlülüğe, bencilliğe feda etmeden... "Tüketim özgürlüğümüzü sağlığımıza, sosyoekonomik yapımıza, tabiata, çevreye ve gelecek nesillerin potansiyel kaynaklarına zarar vermeden kullanalım." (Böhürler, Ayşe; İzlenim Dergisi, Sayı 1, s. 30) Her şeyden önce neyi istediğimizi iyi bilelim ve ihtiyaçlarımızı karşılarken, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını da karşılayacakları kaynaklan ölçüsüzce ve hoyratça tüketmeyelim. Mutluluğun sadece kendi tükettiğimizde değil, aynı zamanda fakir, yoksul ve yetimlerin de ihtiyaçlarını karşılamak için helalinden kazanıp harcamada olduğunu bilelim.

HEKİMLERİN  PİRİ  HZ.LOKMAN

Son ilahi mesaj olan Kur’an-ı Kerim’in ana konuları arasında itikat, ibadet, ukubat ve muamelatla birlikte eşsiz ahlaki erdemler de yer alır. Allah’ın (c.c.) son elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de kendisinin güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini beyan etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381.) Dolayısıyla İslam ahlakının asıl kaynağını Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnet teşkil eder. Nitekim müminlerin annesi Hz. Aişe kendisine yöneltilen bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ahlakının Kur’an ahlakı olduğunu açıklamıştır. (Müslim, Müsâfirîn, 139.) Bu iki temel kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, peşinden bu çerçeveyi esas alan amelî kurallarını belirlemiştir. Kur’an-ı Kerim bütün hâlinde incelendiğinde eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlikte nazari prensipler ile bunların pratik uygulamalara işaret eden örneklerinin verildiği görülür. İlahi kitapta ahlak kelimesi yer almamakla birlikte, biri âdet ve gelenek, diğeri de ahlak manasında olmak üzere iki yerde (Şuara, 26/ 137; Kalem, 68/4.) ahlakın tekili olan huluk kelimesine rastlanır. Ayrıca pek çok ayette geçen amel teriminin alanı ahlaki davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında yine birr, takva, hidayet, sırat-ı müstakim, sıdk, amel-i salih, hayır, maruf, ihsan, hasene ve istikamet gibi iyi ahlaklılık; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, heva, israf, fısk, fücur, hatîe, zulüm gibi kötü ahlaklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim mevcuttur. Kur’an’da ifadesini bulan ahlaki prensiplerin mesajları bilhassa Allah’ın (c.c.) örnek elçileri olan peygamberlerin söz ve davranışları üzerinden verilmiştir. Bu konuda ilk akla gelen ahlaki prensip takdimlerinden birisi de Hz. Lokman’ın oğluna nasihatlerinin yer aldığı Lokman suresinde bulunur. Hz. Lokman ismi, mezkûr surede oğluna verdiği nasihatler bağlamında iki defa geçmektedir. Buna karşılık Cahiliye şiirinde ve peygamberler tarihi başta olmak üzere bazı İslami kaynaklarda Hz. Lokman’a dair çok çeşitli rivayetler yer almakta ve bu rivayetlerdeki bilgilerin aynı adı taşıyan veya benzer niteliklere sahip farklı kişilere ait olduğu ve bunların birbirine karıştırıldığı ifade edilmektedir. İslam’dan önce Araplar arasında uzun ömrü, bilgeliği ve hikmetli sözleriyle temayüz eden Lokman, Cahiliye Dönemi şiirlerinde Hz. Hud’un kavmine adını veren Âd’a nispetle Lokman b. Âd olarak geçmektedir. Lokman b. Âd hikmetli sözler söylemesiyle meşhur olduğundan ayrıca Lokmanü’l-hakîm diye de tanınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Yemen’den gelen bir heyeti karşılarken onlara, “İman Yemenli’dir, hikmet Yemenli’dir.” (Müslim, İman, 88-90.) şeklindeki iltifatıyla Lokman’ın Yemen’deki Âd kavmine mensubiyetine atıfta bulunduğu öne sürülmüştür. Diğer taraftan Lokman’a pek çok hikmetli söz atfedilmektedir. Nitekim İmruülkays b. Hucr, Nâbiga ez-Zübyânî, A‘şâ, Lebîd b. Rebîa ve Tarafe b. Abd gibi Arap edebiyatının meşhur şairleri onun hikmetli sözlerine şiirlerinde işaret etmişlerdir. Eski Arap kıssalarında Lokman, Âd kavmine mensup bir kişi olarak takdim edildiği gibi İslami kaynaklarda İsrailoğullarından biri olarak da gösterilmektedir. Buna göre Lokman, Hz. Eyyûb’un kız kardeşinin veya teyzesinin oğlu olup Hz. Davud zamanına yetişip bizzat ondan ilim öğrenmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in Mekke’de nazil olan 31. suresi Lokman adını taşımaktadır. Surenin muhtevası dört kısımda değerlendirilebilir. İlk bölümde (ayet 1-11) Kur’an’ın hikmet, hidayet ve rahmet kaynağı olduğu belirtilmiş, ardından ondan istifade edenlerin temel özellikleri namazı kılmak, zekâtı vermek ve ahirete inanmak şeklinde özetlenmiştir. İkinci bölümde (12-19) Lokman’dan bahsedilmektedir. Burada onun hayatı ve kimliği hakkında bilgi verilmeyip sadece Allah’ın ona hikmet bahşettiği belirtilmekte ve oğluna hâkimane öğütleri sıralanmaktadır. Burada bahsi geçen öğütler ise Allah’a ortak koşmamak, anneye babaya iyi davranmak, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sabırlı olmak, böbürlenmemek, başkalarını küçümsememek, alçak gönüllü olmak gibi dinî ve ahlaki konuları içerir. Üçüncü bölüm (ayet 20-32) Allah’ın insanlara verdiği nimetlerle O’nun yüceliğine ilişkin açıklamalardan meydana gelir. Bölümün başında Allah’ın göklerde ve yerde olan şeyleri insanların hizmetine verdiği, görünür ve görünmez nimetleri önlerine serdiği belirtilmektedir. Dördüncü bölümde (ayet 33-34) kıyamet gününde kimsenin kimseye fayda veremeyeceği belirtilerek müminlerin geçici dünya hayatının aldatıcılığına kapılmamaları gerektiği yönündeki uyarıların ardından sure, Allah’ın ilminin ve kudretinin kusursuzluğunu özetleyen, nihayet ilahi bilgiyle insan bilgisi arasındaki farka işaret eden ifadelerle sona ermektedir. (İlyas Üzüm, Lokman suresi, DİA, XXVII, 209-211.) Adıyla anılan surede Lokman’ın kimliğine dair bilgi bulunmadığı gibi Âd kavminden ve onlara gönderilen Hud peygamberden bahseden diğer surelerde de yine onun adından söz edilmez. İslam âlimlerinin ekseriyeti ise onun peygamber değil hikmet sahibi salih bir zat olduğu kanaatindedirler. Taberi’nin tefsirinde geçen bir rivayette onun bir köle olduğu ifade edilir. Rivayete göre efendisi kendisine bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça et getirmesini istemiş; Lokman da ona kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirmiş. Birkaç gün geçince efendisi bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istemiş; o, yine dilini ve yüreğini getirmiş. Efendisinin sebebini sorması üzerine Lokman şöyle cevap vermiştir: “Bu ikisi iyi olursa bunlardan daha iyisi; kötü olursa yine bunlardan daha kötüsü olmaz.” (Taberi, Câmiu’l-Beyân, Mısır 1968, XXI, 67-68.)

Kur’an-ı Kerim’de Lokman suresinde (Lokman, 31/12-19.) Lokman’a hikmet verildiği bildirilmekte ve oğluna hitaben iman, ibadet, ahlak ve görgü kurallarına dair öğütleri aktarılmaktadır: “Andolsun biz Lokman’a ‘Allah’a şükret!’ diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye layıktır. Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.’ demişti. Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm. (Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:) ‘Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.’” Zikredilen ayetlerde de ifadesini bulduğu gibi tefsirlerde Hz. Lokman’a verilen hikmetin ilim, üstün kavrama yeteneği, isabetli söz ve davranış, ilim-amel uygunluğu, din konusunda derin bilgisi olduğu belirtilmektedir. Hz. Lokman’ın özellikle Cahiliye şiirinde efsaneleştirilmiş kişiliği zamanla başkalarına ait pek çok sözün ona nispet edilmesine, özellikle onun sözleriyle Ezop’un (Aesop) sözleri arasında alaka kurulmasına sebep olmuş, Batı’da neşredilen bazı eserlerde Ezop’a atfedilenler gibi Lokman’a da çeşitli kıssa ve rivayetler mal edilmiştir. Türk edebiyatında ise Lokman, Arap edebiyatında öne çıkan özellikleri yanında hakim/filozof kimliğinden çok daha ziyade hekim/tabip hüviyetindedir. Dolayısıyla Türk divan, tasavvuf ve halk edebiyatlarıyla Türk folklorunda “Lokman Hekim, Lokman-ı hâzık, tabip Lokman, dert Lokman’ı, şifa Lokman’ı” gibi ad ve sıfatlarla anılmış, kendisi bilhassa bu özelliğini vurgulayacak kelimelerle tavsif edilmiştir. Bilhassa “Şifa-yı Lokman, deva-yı Lokman, yed-i Lokman, Lokman eli, ilac-ı Lokman, merhem-i Lokman, bab-ı Lokman, muhtac-ı Lokman, yara saran Lokman” bunlardan en yaygın olanlardır.

Türk-İslam edebiyat ve kültüründe Lokman’ın tabip özelliğinin öne çıkması, hakim kelimesinin halk ağzında hekime dönüşmesi ve eski dönemde felsefenin tıp dâhil olmak üzere devrin belli başlı ilimlerini de içine almasıyla olmuştur. Kaldı ki büyük İslam hakimi/filozofu İbn Sina da hekim/tabip olarak tanınmış, üstelik her iki alanda da çağını aşan eserler vermiştir. Osman Şems’in, “Bu Şems gibi var ise her kanda Huda’ya / Bîmâr-ı gam-ı aşk ona Lokman bağışla” ve Süleyman Zâtî’nin “Hikmet olur sözleri hastedil olanlara / İllet ü emrazına mani-i Lokman olur” beyitlerinden onun sadece bir hekim değil, aşk derdinin devasını bilen tabip olarak da benimsendiği görülmektedir. Karacaoğlan’ın, “Şu dertli gönlümün Lokman’ı sensin”; “Derdimin Lokman’ı gel yavaş yavaş” mısraları ile Feymânî’nin, “Her doktora Lokman diye sarıldım” mısraı bu anlayışı halk şiiri içinde ortaya koyan örneklerdir. Dolayısıyla halk muhayyilesinde Lokman hem görünen dertlerin hekimi, hem de görünmez ancak bilinen ve yaşanan manevi dertlerin hakimidir. Lokman’ın hem hakim, hem de hekim olma özelliği Eflatun, Calinus (Galenos), Bukrat (Hipokrat) gibi aynı yolda şöhret yapmış diğer isimleri de çağrıştırarak birlikte kullanılmasına vesile olmuştur: “Gözlerin Eflatun ellerin Lokman” (Âşık Ali İzzet); “Bir dem cehaletle kalır hiç nesneyi bilmez olur / Bir dem dalar hikmetlere Calinus u Lokman olur”; “Nice bir Calinus u Bukrat olam Lokman olam” (Yunus Emre) Lokman Hekim’in tabip kimliği tabii olarak onun şifalı bitkiler hususunda uzman kabul edilmesini gerektirdiğinden bu alanda kaleme alınan kitaplarda, kitap adından başlayarak çeşitli hastalıklar için sunduğu reçetelere kadar pek çok konuda ismi kullanılmış, onun adı insanlık muhayyilesinde neredeyse şifa kelimesinin bir çağrışımı olarak kabul edilmiştir. (bk. Ömer Faruk Harman & Mustafa İsmet Uzun, Lokman, DİA, XXVII, 205-208.)                                                                             Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.