İSRAF İLLETİ
İsraf, lüzumsuz yere harcamak, ihtiyacından fazla istihlâk etmek, aslî vazifeleri bırakıp lüzumsuz ve zararlı şeylerle meşgul olmak, ömrü boşa geçirmek demektir. İsrafın zıddı iktisattır. Onun için israf sebebi zillet ve illettir. İktisat ise sebebi izzet ve âfiyettir. Çünkü israf, toplumları safâhata, safâhat ise milletleri sefâlete dûçâr eder. Bu ne hazin bir cemiyet ki, bu cemiyette çöp bidonlarında ekmek kırıntısı toplayanlara mukâbil, artık ekmekleri çöpe atan, aç kalmamış, açlığı tatmamış, kıtlığı yaşamamış insanlar da mevcuttur... Bir zamanlar ekmek kırıntısını yerlerde bulup onu öperek alnına koyanların çocuklarının bir haftada çöpe attıkları ekmek, Norveç gibi bir ülkenin bir günlük ekmek ihtiyacı kadardır. İsraf, savurganlık, lüks toplumların kültürü olunca, tasarruf ve iktisat o toplumların nerede ise düşmanı oldu... Mevlâ’nın “İsraf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” emrine kul olanların yoğun olduğu bir cemiyette, nedir o kardolapların konfeksiyon dükkanını andırır hâli? Düğünlerde tabak kırmanın kepâzeliği ve para saçmanın saçmalığı hangi geleneğin maskaralığıdır acabâ!
Diğer bir iptilâ da zaman isrâfı... Fertlerin ve milletlerin hem bu dünyada, hem öbür âlemde saâdetlerini esas alan İslâm, en çok zaman üzerinde durduğu, pek çok ibâdetlerde zamânı şart koştuğu, zamana yemin ettiği, zamânı en kutsal nimet olarak nitelendirdiği halde, bu mesajların muhâtaplarının zamanla alay edercesine zamanzede olmalarını anlamak mümkün değil. İşlerini dinimiz, dinlerini işlerimiz gibi algılayıp tanıdığımız “o birileri,” randevularını 15.40 gibi hiç kullanmadığımız rakamlarla tespit ederken, Müslüman’ın, öğle-ikindi arasında veya daha dakik olanının 16.00-17.00 arasında filan mekanda buluşalım derbederliğini “Vakit nakittir” sözünün mensuplarına yakıştırmak, sitemin en hafifiyle çok ayıptır...
Zamanın geri gelmesi ve kazâsı da olmadığına göre, dünyanın bu konjonktüründe, “Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusunun evrensel ağırlığını, sorumluluğunu, iz’an ve vicdanında hissetmesi gereken inanan insanımızın, rekor kitaplarına geçercesine televizyon seyretme hastalığı ve özellikle televole izleme sarhoşluğu sebebiyle, çılgınların dünyası Amerika’dan sonra dünya ikincisi olması utanılacak bir garâbettir...
1999 senesinden beri, korkutan ve ürküten homurtusuna kilitlendiğimiz halde, hiçbir şey yapamadığımız, hiddeti, şiddeti, derinliği, uzunluğu, kırılması şöyledir, böyledir, oldu ve olacak terâneleriyle yatıp-kalktığımız deprem heyulâsı gibi, keşke biraz da nesillerimizi kahreden ve her geçen gün için için öldüren yerli ve yabancı erotik ve pornografik filmlerin, kasetlerin, CD’lerin, internet kafelerde kan kusan şeytan zemberekli âletlerin saçtığı depremlere de kilitlenip uyansaydık da, üzerimize yağmur misâli yağan belâlardan, kapımızı tokmak tokmak döven acılardan kurtulup, sevdâsıyla sarhoş olduğumuz, anlamadığımız dünyamızı anlasaydık, nişanlı olduğumuz ölümden korkmasaydık ne güzel olurdu! İşte peygamberimizin yürekleri ağza getiren sözleri: “Milletlerin, birbirleri ile birleşip, oburların çanağa koştuğu gibi, elinizde bulunanları almaya koşmaları yakındır. Bunun üzerine birisi: O gün az oluşumuzdan mı yâ Resûlallah diye sordu. Peygamberimiz: Hayır dedi. Belki o gün siz çok olacaksınız, fakat sel üstündeki köpük gibi olacaksınız. Allah da, düşmanınızın kalplerinde size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalplerinize vehen atacaktır. Birisi: Vehen nedir yâ Resûlallah dedi. Peygamberimiz de: Vehen, dünya sevgisi ve ölüm korkusudur” buyurdular...