Kâmil olanın hakkı
İstense de istenmese de, kabul edilse de edilmese de İslâm; dünya gündeminin birinci maddesi… Hem de, bu madde görüşülmeden ikincisine geçilemeyecek aciliyette ve ehemmiyette… Çünkü, bütün değerlerini kaybeden, her şeyi birbirine karıştıran ve kaosa düşen İnsanlık; bir yüce değere muhtaç ve onu arıyor… O yüce değer de İslâm'dan başkası değil; zira onun dışında her şey eksik... İslâm öylesine tam, diğerleri o kadar eksik ki, herkes ve herşey eksiğini ondan tamamlıyor ve bunun için de onun kavramlarını kullanmak zorunda kalıyor.
İşte birkaç örnek…
Adı “Ata” soyadı “Türk” olan, medyanın kısa ömürlü sineklere benzeyen kahramanı (!), bir otel odasında ölü bulundu. Bunun üzerine annesi, herkesi güldüren bir cevahir yumurtladı: “Bu vatana benim de bir şehit vermem gerekiyordu”... Zavallı, ölen oğlunu yüceltme ve kendisini savunma sevdasına öylesine kaptırmış ki kendini, gülünç duruma düşürdüğünün ve hem o zamana kadar annelik görevlerini yapmadığının hem de böyle bir ifade kullanmaktaki hatasının farkında değil.
Bazı ölülerin; mesleğine ve ölüm sebebine bakılarak “basın şehidi”, “görev şehidi”, “demokrasi şehidi” gibi etiketlerle gömüldüğünü sık sık görüyoruz. Savaştan sağ dönen yabancı askerlerden de haberlerde “gazi” diye söz edildiği oluyor. Bir televizyon, Vietnam savaşına katılan Amerikan askerlerinin toplantısını, “Vietnam gazileri bir araya geldi” şeklinde vermişti… Pisi pisine ölüm ve sıradan ölüm ile üstün bir gaye uğruna ölümün ve kazadan kurtulanla, savaştan sağ dönenin farkını sadece İslâm ayırdediyor. Çünkü sadece o, uğruna hayat verilecek değerde... Bir İngiliz atasözü, “Uğruna can vermeye değecek değeri olmayanın, hayatının da değeri yoktur” diyor. Öyle bir hayatın değeri olmadığı gibi, uğruna ölünenin de değeri yok... Bu sebeple ölülerine ve dirilerine değer kazandırmak isteyenler, her şeyi birbirinden ayırdeden sistemin kavramlarına muhtaç... Farkında değiller ki, böyle yapmakla ne ölülerine, ne dirilerine değer kazandırıyorlar... Gayeleri ne olursa olsun böyle yapanlar, sadece İslâm’ın değerini pırıldatıyorlar...
Nazım Hikmet, “Kapital”e; hayranlığını ifade için “Hafız-ı Kapital olmak istiyorum.” demişti. Niye “Kapital’i ezberleyeceğim” veya “Kapital'in ezbercisi olacağım” demiyor. Diyemiyor… Dini, esastan reddeden bir ideoloji için vatanını terk ettiği halde, bir mübarek gecede Romanya’da camiye gitme ihtiyacı duyduğu gibi, bâtıl dâvasını ve dâvasına bağlılığını ifade için İslâm’ın kavramına sığınıyor... O da biliyor ki, “Hafız-ı Kur’ân” olunur ama “Hafız-ı Kapital” olunmaz... Bir başka kitabın da hafızı olunmaz... Çünkü Kur’ân, hafızı olunacak kitaptır. Ama ne Kapital, ne bir başkası buna değmez... Nitekim, Nazım Hikmet bile, mistik bir lâf etmiş ama, şu anda hiçbir değeri kalmamış kitabı, istediği halde, ezberlememiş… Kur’ân-ı Kerîm dışında hiçbir kitap bu seviyeyi bulamadı, bulamayacak. Öyle söylemekle, kitabının değersizliğini ve Kur'ân'ın değerini ilân etti; o kadar...
Bir şeyi protesto için yemek yemeyeceklerini ilân edenler, eylemlerini yüceltmek için “oruç” ifadesine sığınır. Çünkü, filân şeyi şöyle şöyle yapmazsanız, aç duracağım dese hiçbir tesiri olmayacak… Yemezsen yeme, derler adama… Ne yapsın zavallı, hareketine bir yücelik katması lâzım… O da, sadece yemek yememekten ibaret olmayan ve yerine getirene dünyalardan üstün yücelikler kazandıran “oruç”tan başka ne olabilir?.. "Açlık grevi" demek de yetersiz. “Açlık orucu” tuttuğunu iddia eden, zannettiği gibi hareketini, “Açlık orucu” demekle “ibadet” seviyesine yükseltemez. Gayesi ne olursa olsun, sadece İslâm’ın bir değerini ilân etmiş olur; o kadar…
Efes’te medfun olduğu söylenen “Meryem Ana”yı ziyaret eden Hristiyanlar’ın “hacı” olduğunu yazar, kâğıt yığını gazeteler… İslâm’dan başka hiçbir inanışta hac yok. Şurayı burayı ziyaretle “hacı” olduklarını söyleyenlerin ve böylelerinin “hacı” olduğunu iddia edenlerin kendileri bile söylediğine inanmaz. Sadece inanışlarında böyle bir müessese olmadığını, haccın İslâm’ın özenilecek bir müessesi olduğunu belirtirler,o kadar...
Mucize!... Allah'ın peygamberlerine, peygamberliklerinin delili olarak bahşettiği kudret... Allah'ın izniyle, koyduğu kuralların dışına çıkabilme gücü... "Kul" olmalarına rağmen, emirler manzumesini bildirmekle görevlendirdiği seçkin insanlara (peygamber) verdiği imkân... Yalnız onlara mahsus... Ama bakıyorsunuz, mucize, aslının ve hakkının dışında da kullanılıyor. Rahatça, "Filân kişinin yaptıkları mucizedir" diyebiliyorlar... "Bir mucize oldu ve kazadan kurtuldu" diyebiliyorlar... Cahil müslümanların da dilinde... İslâm düşmanları bile kullanıyor... Kim ne derse desin, "olağan"ı aşmanın sistemi ve dolayısıyla da kavramı, sadece İslâm'da ve sadece peygamberlere mahsus... Bunu hakları ve hadleri olmadığı halde kullananlar, sadece İslâm'ın üstünlüğünü belirtmekle kalmıyorlar, kendi aczlerini de ilân ediyorlar... "Mucize", öylesine herkesi "acz"e düşürüyor ki, onun yerine şu dense bile denemiyor. Peygamberlik iddia edenlerin zavallılığını, tarih kaydediyor. "Tabiat ne harikalar yaratıyor" kabilinden bilerek veya bilmeyerek yaratılmışlara tanrılık izafe edenlerin hem kendileri, hem "tanrıları" aşılarak, "aciz" bırakılarak gülünç duruma düşürülüyor. Mucize, peygamberlerin, bütün davalara karşı, meydan okuması...
Peki, aldıkları ve özendikleri ile eksiklerini tamamlayabilecekler midir? Asla!.. Eğer bir iman manzumesi eksiksiz ve tezatsız ise, yani kâmil ise ondan kırpıntı halinde bir şey alınamaz. Çünkü alınan, kâmil müessesenin bütünü içinde bir kıymettir. Dışında bir şey ifade etmez. Oradan alıp, başka bir yere monte etmekle, o değer kazanılamaz.
Tek yol, "Kâmil sisteme" teslim olmaktır. O zaman ancak iki cihanda selâmete erilir… Kâmil olanın hakkı, ya hep, ya hiçtir... Ya tamamına iman edersiniz, ya tamamını inkâr edersiniz...