Tarihte zalimliği, gaddarlığı ile ün yapmış Moğol hükümdarı Hülâgu 1258 senesinde Bağdat’ı alıp yakıp yıkmak için şehri kuşatır. Şehrin yakınana karargâhını kurar. Haber gönderip Müslümanların en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.
Haber şehre geldiğinde kimse görüşmek istemez. Çünkü gidip de gelmemek, kelleyi kaptırmak vardı işin içinde. Bu haber zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a ulaştığında, “Ben gidip görüşürüm” der. Bir kurban bulundu diye herkes rahatlar.
Kadıhan daha yirmi yaşlarında. Doğru dürüst tüyü-tüsü bile yok. Boylu-postlu da değil; ufak-tefek, zayıf ve naif bir cüsseye sahip. Görüşmeye giderken yanına bir deve, bir keçi, bir de horoz verilmesini ister. Kimse bundan bir şey anlamaz, fakat gidip görüşsün diye hemen istedikleri tedarik edilip verilir.
Kadıhan beraberindeki üç hayvanla beraber Hülagu’nun çadırına vardığında, hayvanları dışarıda bırakıp içeri girer. Kendisini takdim ederler. İstediğiniz Müslüman âlim bu, sizinle görüşmeye geldi, derler.
Hülâgu, şöyle bir bakar, beklediği bir tip olmadığı için çok şaşırır. Bu şaşkınlığını da ifade etmekten geri kalmaz. “Gönderecek senden başka kimse bulamadılar mı, sen mi benimle görüşeceksin?” diye sorar. Kadıhan hazretleri, böyle bir tepkiyle karşılaşacağını bildiği için hazırlıkla gelmişti zaten.
Hülâgu’nun sorusunu şöyle cevaplandırır: “Sen görüşmek için, iri yarı boylu, postlu birini istiyorsan, dışarıda duruyor, devemi getirdim, onunla görüşebilirsin. Yok, yaşlı-başlı, sakallı biri ile görüşmek istiyorsan, dışarıda duruyor, bir keçi getirdim, onunla görüşebilirsin. Yok, sesi gür biri ile görüşmek istiyorsan, horoz da getirdim, onunla görüşebilirsin.”
Hülâgu, karşısındakinin sıradan biri olmadığını, görünüşüne bakıp karar vermenin yanlış olacağını anlar: “Sen görüldüğü gibi birine benzemiyorsun,” otur bakalım, deyip yer gösterir. Hemen arkasından ilk sorusunu sorar: “Ben buraya niçin geldim, beni buraya getiren sebep nedir?” Kadıhan bu soruya şöyle cevap verir: “Seni buraya biz getirdik. Bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik: Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere seni gönderdi.”
İkinci sorusunu sorar: “Peki ben ne zaman geri dönerim?” deyince, Kadıhan: “O da yine bize bağlı, benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, nimetin kıymetini bilir, zevk sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen geri gidersin!” dedi.
Evet, “Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez.” 13/11. Anadolu’nun ifadesiyle: Kaşınan kaşınır. Kaşınanı kaşıyan çok olur. Kaşınmak, uyuza müptela olmanın emâresidir. Uyuz, tatlı tatlı kaşındırır. Ama kaşınmak ve kaşıtmak uyuzu tedâvi etmez. Hükümranlıkları dillere destanken tarih rüzgârı önünde silinip-süpürülen, asırlarca hâkimken bu gün mahkûm olan milletlerin ağıtlarından ibret alınmadıkça, bu ilâhi yasanın darağacında harakiri yapan toplumlar hep olacaktır. Olacaktır, çünkü yapılanların cezası mutlaka tadılacak, görülecek ve çekilecektir. Nitekim Mevlâ’mız buyurur ki: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” 42/30. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir, ya da herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri ve birileri, bozulmaya vesile olur. Uhut savaşında, Resulullah (s.a.v)’ın emrine muhalefet edip kendilerini değiştiren okçuların, İslâm ordusunu hezimete uğratmalarından tarihî ders alınmalıdır. Belli ki bu tarihî ders bu güne kadar alınmamış ve hâlâ alınmıyor. Eğer alınsaydı, İslâm âleminin bu gün içerisinde bulunduğu bu pür ve zül melâl hâl, Rabbimizin ikramı ve in’amı olan ahvalden muhavvel olmayacaktı. Öyle değil mi? Ya siz ne dersiniz, ne düşünürsünüz?
Bilinmelidir ki; "İnsanlar, Allah'a isyan edip, hallerinde bozulma meydana gelmedikçe Allah Teâlâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz." Bu kâide, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması şart değildir.
Sahabiden biri, cihanın Nebisine: "İçimizde salih kimseler bulunduğu halde de helak olur muyuz?" diye sorunca, Peygamberimiz (s.a.v): Fısk-ı fücur, yani kötülük ve haramlar çoğaldığında, evet" diye cevap verdi. Rabbimiz de öyle buyurmamış mı: " Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki Allah, azabı çetin olandır." 8/25.
………………………………………………………………………………………………
NOT: Umre münasebetiyle üç hafta huzurlarınızda olamayacağım. Mukaddes topraklara cümlenizden selam götüreceğim. Bu vesileyle vedâ ediyor, duâlarınızı bekliyorum
Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ: Uhud günü okçular Rasulullah (s.a.)'ın emrine isyan edip kendilerini değiştirdikleri için Allah da müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğratmıştır.
Müfessirlere göre ayetten maksat şudur: "İnsanlar, Allah'a isyan edip, hallerinde bozulma meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz."[27]
Bu mana, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması şart değildir.
Rasulullah (s.a.)'a "İçimizde salih kimseler bulunduğu halde helak olabilir miyiz?" diye sorulunca Buharî'nin menakıbmda rivayet ettiği gibi, O (s.a) şöyle buyurmuştur: "Evet, fısk-ı fücur, yani kötülük ve haramlar çoğaldığında". Allah Tealâ da şöyle buyurmuştur: "Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının" (Enfal, 8/25).