Peygamber Efendimiz, kendisine nâzil olan Kur'an âyetlerini vakit geçirmeden ashâbına bildiriyordu. Anlamadıkları veya tereddüt ettikleri hususları da onlara izah ediyordu. Bu âyetlerden biri, “Kim kötü bir iş yaparsa onunla cezalandırılır.” (Nisâ, 4/123.) idi.
Âyeti anlamakta zorlanan ashâba bu durum çok ağır gelmişti. Hemen Allah Resûlü'ne gidip durumdan yakındılar. Rahmet Peygamberi de rahat olmalarını kastederek, ibadetleri dosdoğru ve mutedil bir şekilde yerine getirmelerini ve iyilik yapmaya devam etmelerini söyledi. Ardında da “Müminin başına gelen her musibet, hatta batan bir diken bile, onun günahlarına kefaret olur.” buyurdu.
İnsanların çoğunda, yaptığı yanlıştan dönme, hatasını telâfi etme isteğinin var olduğu söylenebilir. Bu bir anlamda insan olmanın, düşünebilmenin, hesap verme duygusunun gerektirdiği bir durumdur. İşte bundan dolayı bu âyeti duyan sahâbîler şaşırmış ve hemen Allah Resûlü'ne gitmişlerdi.
Gidenlerden biri de sadakat ve Resûlullah'a olan sonsuz güveni ile bilinen Hz. Ebû Bekir idi. O da bu âyet karşısında tedirgin olmuştu. Bundan dolayı o da diğer sahâbîler gibi, “Yâ Resûlallah! Yaptığımız her kötülükten dolayı ceza görecek miyiz?” diyerek içindeki kaygıyı dillendirmekten kendini alamamıştı. Bunun üzerine de Allah Resûlü sadık dostuna, üç kez, “Allah seni bağışlasın.” dedikten sonra, “Sen hiç hastalanmaz mısın? Hiç üzülmez misin? Başına hiç bela gelmez mi?” diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir de bunların tümüne “Evet.” deyince Kutlu Nebî, “İşte bunlar, dünyada yaptıklarınızın cezasıdır/kefaretidir.” buyurmuştu.
Allah Resûlü, hastalık ve musibetler gibi güzel bir şekilde yerine getirilen çeşitli ibadetlerin de küçük günahlara kefaret olacağını bildirmekteydi. İslâm tarihinin en önemli isimlerinden biri, edep timsali Hz. Osman Zinnûreyn bir gün abdest almak için su ister ve Resûlullah'ı şöyle buyururken işittiğini söyler: “Bir Müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzel bir şekilde abdest alıp namazını huşû ile kılarsa büyük günah işlemedikçe o namaz ondan önceki günahlarına kefaret olur. Bu her zaman için böyledir.”
Aynı şekilde, “Umre ikinci bir umreye kadar yapılan günahlara kefarettir. Kabul edilmiş haccın karşılığı ise ancak cennettir.” buyuran Hz. Peygamber, bir adamın kendisine, “Babam öldü, mal da bıraktı, fakat vasiyet etmedi; acaba onun adına ben malını sadaka olarak dağıtsam günahlarına kefaret olur mu?” demesi üzerine de, “Evet!” cevabını vermiştir.
Nitekim,
“İyilikler, kötülükleri giderir.” âyeti de bütün bunları özlü bir şekilde ifade etmiştir.
Bu anlamıyla kefaret, insanların yaptıkları güzel davranış ve ibadetlerin, karşılaştıkları çeşitli eza ve sıkıntıların küçük günahların bağışlanması anlamına gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü'nün dilinde bunlara ilâveten, kefaretin, dinen yasak olarak belirlenen bir davranışın yapılması hâlinde, belirli malî veya bedenî yükümlülüklerin yerine getirilmesi anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Ancak bu anlamıyla kefaret, topluma ve kullara karşı yapılan hataların değil ihlâl edilen bazı yasakların uhrevî sonuçlarını birtakım yükümlülüklerle telâfi etmeye yöneliktir.
Kişinin bilerek yaptığı yemini bozması kefaret gerektiren eylemlerin başında gelmektedir.
Kefareti gerektiren bir diğer eylem de zıhârdır. Zıhâr ise bir kimsenin eşini; annesi, kız kardeşi, halası, teyzesi gibi kendisiyle evlenmesi sürekli yasak olan bir kimsenin sırtına benzetmek suretiyle, ona yaklaşmayacağına dair yemin etmesidir.
Hadislerde belirlenen kefaretlerden biri Ramazan orucu ile ilgilidir. Ramazan ayında oruçlu iken karısı ile cinsî münasebette bulunan bir şahıs Resûlullah'a gelip ne yapması gerektiğini sorar. Resûlullah ona, “Azat edebilecek bir köle bulabilir misin?” der. O zât, “Hayır (bulamam).” deyince Resûlullah, “İki ay kesintisiz oruç tutmaya gücün yeter mi?” buyurur. Adam, “Hayır (buna da gücüm yetmez).” der. Resûlullah, “Öyleyse altmış fakiri doyur!” buyurur.
Ramazan ayında oruçlu iken cinsî münasebette bulunanın kefaret vermesinin nedeninin, oruçlu iken bu eylemi yaparak Ramazan'ın saygınlığını ihlâl etmesi olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, oruçlu iken bilerek bu eylemi yapan kişi kefaret olarak imkânlar ölçüsünde köle azat etmek, ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak şeklindeki üç seçenekten birini yerine getirmelidir.
Bir diğer kefaret hac veya umre için ihrama girenlerin belirlenen özel yasaklardan bazılarını ihlâl etmeleriyle ilgilidir.
Hadislerde, işlenen çeşitli suçlar için belirlenen cezaların yerine getirilmesinin de kefaret sayıldığı belirtilmektedir. Mekke'de bulunan Allah Resûlü'nün bir çıkış aradığı günlerde kendisine kucak açan Medineli ilk Müslümanlardan ve Akabe Biatlerinin güzide temsilcilerinden biri olan Ubâde b. Sâmit, burada verdikleri sözü şöyle dile getirmektedir: Resûlullah etrafında bulunan ashâbına şöyle buyurmuştu:
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, hırsızlık yapmayacağınıza, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız bir yalanla hiç kimseye iftira etmeyeceğinize, iyi işlerde bana karşı gelmeyeceğinize söz vererek bana biat ediniz. Kim sözünde durursa ecrini Allah verecektir. Sizden biriniz yukarıda sayılanlardan herhangi birini işler de cezasını dünyada çekerse, o ceza, işlediği suçun kefaretidir. Kim de bu suçlardan birini işler de suçu gizli kalır, cezasını dünyada çekmezse onun işi Allah'a kalmıştır. Allah dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır.”
Bunun dışında da bazı hadislerden, bir suçun cezası dünyada çekildiyse bunun ona kefaret olacağı ve âhirete bir günah kalmayacağı anlaşılmaktadır. Bunu çok iyi bilen sahâbe-i kirâm, yaptıkları suçların cezasının dünyada iken verilmesi hususunda ısrarcı davranmışlar ve bu uğurda gerekirse ölüm cezasını bile göze almışlardır.
Allah Resûlü bazı durumlarda ise verilen maddî hasarın telâfisinin de kefaret olduğunu bildirmişti. Peygamberimiz (sav) bir gün sevgili eşi Âişe'nin odasında iken, Hayber'in fethinden hemen sonra evlendiği diğer eşi Safiyye bnt. Huyey kendisine ikram edilmek üzere bir kap yemek gönderir. Hz. Peygamber'in diğer eşlerine karşı zaman zaman kıskanç tavırlar sergileyen Hz. Âişe, kendini tutamayarak hizmetçinin elindeki kabın düşüp kırılmasına sebep olur. Sonra da yaptığından pişmanlık duyarak Resûlullah'a (sav) o yaptığı hatanın kefaretini sorar. Sevgili Peygamberimiz de, “Kırılan kap gibi bir kap, dökülen yemek gibi bir yemek.” buyurur.
Allah Resûlü, insanın konuşmalarına dikkat etmesi gerektiğini ancak bazen istemeden de olsa bazı hataların yapılabileceğini, bundan dolayı da af dilemek gerektiğini hatırlatmaktadır. İslâm'ın güzelliklerini yaymak için gittiği Horasan'da vefat eden sahâbîlerden Ebû Berze el-Eslemî'nin anlattığına göre, bir gün Sevgili Peygamberimiz, bir toplantıdan ayrılacağı sırada, “Allah'ım! Sen bütün noksanlıklardan uzaksın. Sana hamdediyorum. Senden başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Senden bağışlanma diler ve sana tevbe ederim.” dedi. Orada bulunanlardan biri, Ey Allah'ın Resûlü, daha önce hiç söylemediğiniz sözler söylediniz, deyince Resûlullah şöyle cevap verir: “Bu sözler toplantıda ortaya çıkan hatalara kefarettir.”
Ümmetinin bütün hata ve günahlarının bağışlanması ve Allah'ın huzuruna tertemiz çıkmaları hususunda tüm gayretini gösteren Sevgili Peygamberimiz, sadece Allah'a karşı işlenen günahlar ve yasak ihlâllerinde değil, bunların yanı sıra günlük hayatta karşılaşılan birtakım olumsuz davranış ve tavırlarda da kefareti çözüm yolu olarak tercih etmiştir.
Gençliğinin en güzel yıllarını Efendiler Efendisi'ne hizmet etmekle geçiren değerli sahâbî Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, zemini toprak, kum ve çakıldan oluşan mescide tüküren birini gören Resûlullah (sav), “Mescide tükürmek günahtır, kefareti ise onu temizlemektir.” buyurmuşlardır.
Yine, “Her kim kölesine tokat atar veya döverse, kefareti o köleyi azat etmesidir.” buyuran Allah Resûlü, insan onurunu rencide etmenin de tıpkı diğer yasaklar gibi olduğuna ve bunun da benzer şekilde telâfi edilmesi gerektiğine işaret etmiştir.
Kefaret, işlenen hata ve günahlardan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dilemek olduğu için bir anlamıyla tevbe demektir.
Tevbe, kişinin yaptığı hatalardan pişmanlık duyup Rabbine yalvarması, günahlarının bağışlanmasını istemesi iken, kefarette bunlara ilâve olarak bazı durumlarda belirlenen yükümlülüklerin yerine getirilmesi istenmektedir. Bir anlamda kefaret, sözle değil eylemle yapılan bir tevbe şeklidir. Buna göre kefaretin bu yönüyle tevbeden daha özel bir anlam taşıdığı söylenebilir.
Hakikatte kefaret, istenilen, tavsiye edilen bir durum değildir. Asıl olan kişinin Allah'ın rızasını gözeterek ve onun iradesini ihlâl etmeden hayatını sürdürmesidir.
Sonuç olarak Allah'ın iki şekilde kullarına hatalarını temizleme ve düzeltme imkânı tanıdığı anlaşılmaktadır. Birincisi, yaşadığı musibetlerin, yaptığı her türlü ibadet ve hayırlı işlerin günah, hata ve noksanlarına kefaret olmasıdır. İkincisi ise bazı yasakları ihlâl etmesinden dolayı birtakım malî ve bedenî yükümlülükleri yerine getirmesinin kefaret olmasıdır. Böylece insan bir yandan ibadetlerini yerine getirirken Allah'ın lütuf ve ihsanıyla günahlarından arınır, diğer yandan da kefaret olarak belirlenen yükümlülükleri yerine getirerek olgunlaşır ve toplumda bulunan fakirlerin ihtiyacını giderir. Namaz, oruç, umre gibi kefaretler kişisel gelişime katkı sağlarken köle azat etme, kurban, şahsî hakkın geri ödenmesi gibi olanlar ise güzel dinimiz İslâm'ın toplumsal ilişkilerin korunmasına ve güçlendirilmesine verdiği önem ve değeri gözler önüne sermektedir. Buna ilâve olarak kefareti, günahın sorumluluğunun âhirete kalmaması yönünde verilen yeni bir fırsat olarak değerlendirmek gerektiği belirtilmelidir.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Mümin, gücü yettiğince kötülük yapmamaya gayret eder. Buna rağmen elinden ve dilinden bir kötülük ortaya çıktığında ise bu kötülüğü giderecek bir iyilik işler.
- Fıkıh ilminde dinin belirli yasaklarının ihlali durumunda yapılması istenen mali ve bedeni ibadet olarak tanımlanan kefaret; işlenen günahların, yapılan kötülüklerin iman, salih amel ve tövbe ile bağışlanıp örtüleceği anlamına da gelir.
- Kefaret, ahirete varmadan dünyadayken günahın sorumluluğundan kurtulmaktır.
- Asıl olan müminin Allah'ın rızasını gözeterek yasak olan söz ve fiillere düşmemesidir.
- Başımıza gelen sıkıntılardan bazen rahatsız oluruz. Oysaki mümin, başına gelen bir sıkıntıya sabrederse bu musibet onun günahlarına kefaret olur.
- Büyük günahlara düşmediğimiz müddetçe yaptığımız ibadetlerimiz hem küçük günahlarımızın affedilmesine hem de günaha girme ihtimalimizin ortadan kalkmasına vesiledir.
GÜNÜN AYETİ:
"Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114)
GÜNÜN HADİSİ:
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) eşi Hz. Âişe'nin (r.a.) naklettiğine göre, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Batan bir diken bile olsa Müslümanın başına gelen her bir musibeti, Allah onun günahlarına kefaret kılar." (Müslim, Birr, 49)
GÜNÜN DUASI:
“Allah’ım! Senden hidayet, takva, (sorumluluk bilinci) iffet ve (gönül) zenginliği isterim.”
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU : Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?
CEVAP : Her ne şekilde olursa olsun mün’akide olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise, ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir (Mâide, 5/89).
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ