Gecenin zifiri karanlığı tan yerinin ağarmasına müsaade etmemek için her geçen dakika kendini daha da koyulaştırıyordu. Yıldızlardan ve göğün kucağına umursamazca oturan aydan medet ummak Mekke sokakları için son derece yetersiz ve karşılıksızdı. Gerçi Kureyş’in güneşe rağmen aydınlanmayan,cehalete boyanmış,acı,siyah bir yüzü her zaman vardı ve işin kötüsü bu yüz, günbegün çoraklaşıyor, ümitleri boşa çıkarıyordu. Ağaca, toprağa, çiçeğe, böceğe huzur aşılayan rahmet, kalbinin coğrafyası çöle dönen Mekke azgınlarına değmeden buharlaşıyordu sanki. Nebi’nin safiyane ve gönlü berrak olanlara sunduğu menekşe kokulu cümleler, ruhu sönük olanlar için siyah haşhaşa dönüşüyordu.
Düşmanlığını gizlemeyen. Her fırsatta dilinden zehirler akıtan Ebu Cehil, yine bir gün Hz. Peygamber’in (s.a.s) billur esintisine tahammül edemeyerek hakaretler yağdırmıştı. Nasıl katı, sert ve buz tutmuş hisleri vardı? Onu Ebu Hikme’ den Ebu Cehil olmaya götüren yolu kendisi kazıyor: güvendiği, bilgisi ve kibri aklına, kalbine çamurlar bulaşıyordu. İnsanı beşerden ayıran idrak çizgisi, ancak görmek için iki gözden fazlasına inananlar için geçilebiliyordu. Ne acı ki Ebu Cehil nefsine zulmettiğinin, Rabbin aydınlığa eriştirdiği mekânda olmasına rağmen körlerden; hakikatin çağrısını işitmesine rağmen sağırlardan farksız olduğunun bilincinde bile değildi.
Zalimlerin kol gezdiği Mekke’nin karanlığında, rüzgârın tınısını, yıldırımların şarkısını, tekvini ayetlerin fısıltısını ruhunun derinliklerinde hisseden bir gölge Kabe’ye yaklaşıyordu. Adımları taşları inletiyor, bakışları nasipsizleri yaralıyordu. Bir kadın bu görkemli gölgenin izini sürmüş, av dönüşü Kabe’yi tavaf etmek için gelen Hamza’ya Ebu Cehil’in yaptıklarını anlatmıştı. Öfke bulutları o an Hamza’yı tepeden tırnağa sarmış. Hamza, büyük bir hiddetle müşriklerin arasına dalmıştı. Elindeki ok ve yayla Ebu Cehil’i yaralayıp “İşte bende Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesaretin varsa ona dediklerini bana da söyle!” diyerek oradakilere meydan okumuş, müşrik önderlerine kendisinin de İslam’a girdiğini açıkça duyurmuştu. Orada bulunanlar yaşadıkları şoktan kıllarını bile kıpırdatamamışlardı. Zaten Hamza’ya karşı durma cesaretini gösteremeyecek kadar korkak ve acizlerdi.
Kabe’den ayrılan Hz. Hamza (r.a.) derhal Allah Resulü’nün (s.a.s) yanına gelerek olayı anlattı ve oracıkta kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu. Ne büyük bir mutluluk ve güven doğmuştu inananların kalplerinde. Daha önce Hamzaca bir duruşa yakınlaşamamaktan içten içe üzülenler onun şehadetiyle zırha bürünmüş gibi hissetmişlerdi.
Sağdan soldan telkinlerle ayağı kaydırılmaya çalışılan kalplerimizin sesini duymaya gayret ederken Hz. Hamza’nın metanetli adımlarını hissetmek bizlere ne iyi gelir. Kulağımıza deniz kabuğu yaslamışçasına engin ve ürpertici bir tınıyla asrı sadeti işitmek, görmek basiretimizi bağlayan tüm kördüğümlere rağmen hakikati… Ne kadar sarsıcı olur hatalarımızdan sıyrılmayı murat ettiğimiz vakitlerde kendimizle dostane bir şekilde yüzleşirken, ilk Müslümanların mücadelesini tefekkür etmek. Derinden ve deli cesaretiyle kalpten bir “Ya Hak!” demek.
Ah! Nice taşların dilinde bir ağıttır mazi. Çırpınır durur hoyratça kumların kalbindeki okyanus damlaları, hatırladıkça geçmişi. Bugün bir kayanın lisanını çözebilecek kadar tahir olsaydık, belki de Okçular Tepesi’nin bağrı yanık bir çoban misali gökleri titreyen türküsüne kulak verebilirdik. Anladık o zaman, varı yoğu bir canı olan Hamza’nın, kendini Nebi’ye (s.a.s.) kahramanca nasıl siper ettiğini.
Uhud Savaşı esnasında Allah Rasülü’nün (s.a.s) düşmanının saldırısına karşı kahramanca savunan az sayıdaki kişiden biriydi Hz. Hamza. O, Müslümanların bir ara dağıldığını fark edince, “Ban Allah ve Resulü’nün aslanıyım. Allah’ım! Ebu Süfyan ile adamlarının yaptıkları kötülüklerden sana sığınırım. Müslümanların yanlış hareketlerinden dolayı da senden af dilerim.” Diyerek kâmil bir teslimiyetle Allah’a yakarmıştı. Müslümanlar, onun varlığından cesaret alıyor, olanca güçleriyle düşmana siper oluyorlardı. Cesaretin, imanın ete kemiğe bürünmüş haliydi Hamza. Rüzgarından vakar salıyordu her yere. Derken acı, koyu bir kasvet kaplamıştı her yanı. İsimsiz çığlıklar, kulakları iğneleyen acıtıcı ve sarsıcı cümleler Hamza’nın, Rabbinin katına yükseldiğini haber veriyordu. Hüzün kol geziyor, yoldaşı Hamza’yı kaybetmek Allah Resülü’nün içine büyük bir sızı nakşediyordu. Müminlerin kalbinde tahammülü zor bir yara açan sarsıcı haber, Rabbin ayetiyle büyük bir ferahlığa bırakmıştı yerini: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşleri için de hiçbir keder ve korkunun bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Al-i İmran, 3/ 169-170) Uhud’un acısı derin, müjdesi büyüktür… O gün orada, dağ, taş, bulutlar, kuşlar; ne kadar yaratılmış varsa bir olmuştu tevhid yolunda. Hamza’yı kucaklayan yeni dünya, geride kalanlar için sabır ve mücadele diliyordu. İslam uğruna gösterdiği gayretle içimizdeki kurak ve çorak çöllere serin mi serin bir vaha olan Hz. Hamza, bugün de inananlara cesaret vermeye devam etmekte.