Birçok girift meseleyi tek bir bakışla hâlleden ve yine tek bir bakışla çok zalim hükümler veren küçük şehir ve köy insanlarının hayatı kavrayış şekli daima ilgimi çekmiştir. Rahat ve sakin bir hayat… Her gün görülen dostlar, dönüp dolaşıp üstüne gelinen mevzûlar…
Gerçi telekomünikasyon sahasındaki göz kamaştırıcı gelişmeler, herkesi geniş hayatın dünyasına davet etmeye başlamıştır. Burada da modernliğin her şeyi kalıplar hâlinde kişilere sunduğu modeller, hayatın yeknesaklığını daraltıyor. Ciddi bir yanılsamayla kişiler, bulundukları zaman ve mekânın boyutlarını aştıkları hissine kapılıyorlar.
Harcıâlem zanaatlarda her şeyin elin emrine girmesine benzer biçimde, meslekî itkilerin düşünce ve karakteri belirlediği günümüz dünyasında insan, kendisini dünyaya açılmış zannedebiliyor. Oysa davranışlarının arka planı biraz eşelense, bütün tavırlarının tek bir merkez tarafından idare edildiğini anlayacaklar.
Mesela bugün, genelleme yapmanın bütün sakıncalarını dikkate alarak, bazı örneklerinde “zanaatkârlık” derekesine düşürülen taşra avukatlığını düşünelim. Bu meslek sahiplerinden bir kısmı, mahkeme önlerinde “arzuhâl” kâtipliği yapan eski arzuhalcilerin mektep görmüş türevleri gibi davranabiliyor.
Kendi küçük dünyası içinde hukukun evrensel prensiplerini paraya tahvil etme çabasına teslim olmuş bu tip bir meslek erbabı için hayat, en ciddi dramları bile üzerinde çalışılan bir kadavra kadar değersiz hâle getirebiliyor.
Hukuk denilen şeyin ahlâkın asgarisi olduğundan habersiz bir teknisyenin, hukuk adına yapabileceği şey ancak evrak takipçiliği olabilir. Aynı şeyi, sözgelimi inşaat sektörü için düşünelim. İmza yetkisini haiz bir mühendisin, bu gün buna bir de yapı denetimi diye yeni bir düzenlemenin eşlik etmesine dair tasarıyı ilave edelim, işin neidüğüne zerre miktar ehemmiyet vermeden imza bastığı durumları düşünelim.
Akademik hayatın bundan daha farklı olduğunu söylemek için elimizde yeterli bir kanıt olduğunu söylemek zor. Orada da bir hakikati keşfetmekten ziyade, yapılan çalışmayı akademik kariyerin bir basamağı olarak kullanma eğilimi gittikçe güç kazanıyor. Entelektüel ufkun taban yaptığı bu tip bir akademisyenin şahsi kariyeri, yaratıcı özellikleri haiz bir zanaatkârın çok daha altında seyredebilir. Bu tür durumları, bütün meslek çeşitlerine teşmil edebiliriz.
İyi de bu tür davranış biçimlerine neden olan temel sâik nedir? Belli bir zekâ isteyen en seçme mesleklerde bile bu tür davranış türlerinin görülmesi, bazı kişilerin şahsî zafiyetlerinden mi, yoksa bir çağ hastalığı olarak mı ortaya çıkmaktadır.
Bunun hem şahsiyet zaafından, hem de (bana göre asıl neden) pratik başarının aşırı derecede terviç edilmesinden kaynaklanan sebepleri bulunuyor. Günümüz değer yargıları, hayatı pratik olarak yönlendiren ve bunu yaparken de, her türlü ahlâki erdemi ihmal edilebilir bir “nesne” gibi bir kenara itebilen davranış tarzlarını özendiriyor.
Fakat bütün bu başarılar insana yetmiyor. Onun ruhu daha fazlasını, fark edilmek ve dahası, “içten” bir paylaşmayı istiyor. Kendi kişisel dünyalarının dar kafeslerinde boğulan bireyler, özellikle de ekonomik durumları belli bir seviyenin üzerinde yükselen yeni orta sınıf, çoğu kez farkında bile olmadan, kendilerini yeniden gerçekleştirmenin farklı yollarını arıyorlar.
Ne acı değil mi! Görüntüde her şeylerinin var olduğu zannedilen ve fakat başkaları tarafından “kullanılma” endişesinin refakat ettiği bir psikozla, diğer insanlardan uzaklaşan, uzaklaştıkça da yalnızlığı artan zavallılar, tam bir paradoksla, kendilerini hapsettikleri demir bir kafesin cenderesine teslim oluyorlar.
Yazık, çok yazık…