Müslümanların Kur’ân-ı Kerim’e anlama açısından çok yakın olmadığı bir gerçek. Bu yeni bir durum da değil, yaklaşık bir asır evvel merhum Mehmet Akif de aynı durumdan şikayetini şöyle dile getirmiş:
“İnmemiştir hele Kur'an şunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.”
Fal bakmak neyse de günümüzde çoğunlukla Kur’ân-ı Kerim’i hatim sevabı ve ölmüşlerimiz için okuduğumuz doğrudur.
Müslümanların Kur’ân-ı Kerim’e olan bu ilgisizliği veya yanlış şekildeki ilgisi ortaya bir boşluk bıraktı. Her boşluk bir şekilde bir şeylerle doluyor. Kur’ân-ı Kerim’den uzaklaşmanın boşluğu ise “Kur’ân Müslümanlığı” diye bir kavramla doldurulmaya çalışılıyor. İlk bakışta çok haklı, gerekli ve masum bir çalışma gibi görünüyor, değil mi?
Müslümanlık önüne ve ardına sıfat alacak bir kavram değil. Müslümanlığın önüne veya ardına sıfat koyanlar ister istemez tek başına “müslümanlığın” eksikliğini söylemiş oluyorlar. Antikapitalist müslümanlar, feminist müslümanlar, çevreci müslümanlar… Bu eklemeleri yapanlar hal dili ile şunu demiş oluyorlar: “Müslümanlıkta yeteri kadar antikapitalizm yok biz ona bir de antikapilizmi ekliyoruz.” Veya “müslümanlıkta kadın hakları yetersiz, biz kadın haklarını çok daha fazla göz ettiğimiz için kendimize feminist müslümanlar diyoruz”
Tekrar konumuza dönersek… Son zamanlarda Kur’ân-ı Kerim üzerine çalışan ve görsel medyada popüler olan ilahiyatçıların sayısı hayli arttı, hatta sadece ilahiyatçılar değil felsefeciler de bu alanda çalışmalar yapıyorlar. Güzel tespitler, yorumlar da çıkıyor bu çalışmalardan. Bu, çalışmaların haklı görünen ve verimli tarafı...
Ancak işin bir de şu tarafı var, nedendir bilinmez (hüsnüzan edip bu işi bilinçli yapmadıklarını düşünelim) Kur’ân-ı Kerim’in müslümanlar tarafından anlaşılmadığı, sadece hatim, dua kitabı olarak kullanıldığı eleştirisini getiren ve Kur’ân-ı Kerim üzerine çalışma yapanların bir kısmının bazı huyları var. Bu huylardan bir tanesi Efendimiz’in İsm-i Pâklerini ağızlarına çok almamaları... Aldıkları zaman da “Efendimiz”, “Resûlü Kibriya” gibi O’nu övücü hitaplar kullanmak yerine “peygamber” demekle yetinmeleri...
Bir diğer huyları da hadis-i şeriflere olan yaklaşımları… Onlara göre Kur’ân-ı Kerim kesindir ama hadis-i şerifler doğru olmayabilir, o zaman Kur’ân-ı Kerim’i referans alalım diyorlar.
Kur’ân-ı Kerim konusunda çok eksiğimiz olduğu ne kadar doğru ise bu yaklaşım da bir o kadar yanlıştır. Efendimiz’i sadece postacı olarak görmek her şeyden önce edepsizliktir.
Bu yaklaşıma karşı kamil bir insandan dinlediğim, bana çok vurucu gelen bir not aktarmak isterim: Kur’ân-ı Kerim’i ve ayetlerini düşünelim… Bu ayetler nasıl oluştu? Efendimiz’e vahiy geldi değil mi? Peki, Efendimiz’in etrafındaki ashab ayetleri kimden duydu, Efendimiz’den... Yani ayetler Efendimiz’in mübarek ağzından çıktılar. Efendimiz’in “bunlar ayettir” dedikleri ayet olarak yazıldı, “bunlar ayet değil” dedikleri hadis-i şerif oldu. Hal böyleyken Efendimiz’i devreden çıkarmak ne kadar abesle iştigal ortada...
Diğer bir konu Kur’ân-ı Kerim’den her şeyin öğrenilebileceği konusu… Efendimiz’i devreye sokmayan bir müslüman sadece Kur’ân’a bakarak namaz dahi kılamaz. Sabah namazı kaç rekat kılınacak, rüku secde nasıl yapılacak Kur’ân-ı Kerim’de var mı?
Allah Efendimiz’i örnek alarak Kur’ân-ı Kerim ile hemhâl olanların sayılarını artırsın. Aksini düşünen bedbahtlara Hz. Ayşe validemizin şu sözünü yeter: “O yürüyen Kur’ân’dı”