Abdullah b. Mugaffel el-Müzenî, Allah Resûlü’nün Rıdvan Biati’ne katılmış olan sahâbîlerinden biriydi. Her sahâbî gibi Hz. Peygamber’i görmüş, onun sünnetini örnek almış ve hayatının her anında bu bilinci canlı tutmayı amaçlamıştı. Onun, yeğeniyle yaşamış olduğu bir olay, bunu gözler önüne seriyor: Abdullah, bir gün yeğenini yerden taş alıp etrafına rastgele fırlatırken gördü.( İM17 İbn Mâce, Sünnet, 2.) Bunun üzerine, hiçbir amacı ve faydası olmayan bu davranışın Allah Resûlü tarafından hoş görülmediğini ve yasaklandığını ona şu şekilde hatırlattı: “Böyle taş atma; çünkü Resûlullah taş atmaktan hoşlanmazdı ve bunu men ederdi” Zira onunla ne avlanılır, ne de düşman yakalanır; ancak bu taş ya diş kırar ya da gözü kör eder!” Yeğenini bu sözlerle sapanla taş atmak gibi hiçbir yararı olmayan, aksine tehlikeli olabilecek bir davranıştan sakındıran Abdullah, bir süre sonra onun yine aynı davranışa devam ettiğini görünce ona kızarak şöyle dedi: “Ben sana Resûlullah’ın böyle taş atmayı yasakladığını söylüyorum ama sen hâlâ taş atıyorsun! Seninle konuşmayacağım!” (B5479 Buhârî, Sayd, 5.) Abdullah b. Mugaffel, Allah Resûlü’nün yasakladığını bildirmesine rağmen yeğeninin bu gereksiz işe devam etmesine o kadar kızmıştı ki bir başka rivayette ne hastalığında onu ziyaret edeceğini, ne de cenazesine katılacağını, (DM446 Dârimî, Mukaddime, 40.) onunla ebediyen konuşmayacağını söylemişti. (M5053 Müslim, Sayd, 56.)
“Kişiyi ilgilendirmeyen, onun için bir anlam ve değer taşımayan” mânâsındaki “mâlâyânî” tabiri, insanın ne kendisine ne çevresine hiçbir faydası olmayan işler ve gereksizce söylenen sözler için kullanılır. Mâlâyânî, yapıldığı takdirde kişiye herhangi bir katkı sağlamayan, yapılmadığında ise hiçbir şey kaybettirmeyen, ne dünyaya ne de âhirete bir faydası dokunan, boş işlerdir. Hiçbir hedef gözetilmeden, maksatsız, amaçsız ve mânâsız bir şekilde gerçekleşen sözler, fiiller, hatta düşünceler mâlâyânîye dâhildir.
Kur’ân-ı Kerîm’de mâlâyânî sözcüğü geçmemekle birlikte, ona yakın anlamlı olarak “abes” , “lağv” , “lehv” ve “la’b” kelimeleri kullanılmıştır. Allah Teâlâ, insanların boş yere yaratılmadığını “abes” kelimesiyle bildirmiş, (Mü’minûn, 23/115.) rivayetlerde ise namaz sırasında yerdeki çakıl taşlarıyla uğraşmak “abes” le ifade edilmiştir. (M1311 Müslim, Mesâcid, 116.) Lağv kelimesi, âyet ve hadislerde daha çok “düşünülmeden söylenmiş boş sözler ve yeminler” için kullanılmıştır. (Mâide, 5/89.) Lehv ve la’b tabirleri ise oyun veeğlence anlamında kullanılmış ve genellikle bu tabirler ile âhirete nispetle dünya hayatının geçiciliği ve değersizliği vurgulanmıştır. (Duhân, 44/38.) Bununla birlikte, genel olarak İslâm düşüncesi, bir amaç için dünyaya gönderilen insanın, hayatını doğru yoldan ayrılmadan, yararlı ve hayırlı işler yaparak, kötü, zararlı ve faydasız şeylerden uzak durarak geçirmesi gerektiği anlayışını esas almıştır.
Sevgili Peygamberimiz, insanın İslâm’ın getirdiği ilkeler çerçevesinde, yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesini hedeflemiş, bu hedefe uygun olarak yaşamış ve ashâbına da her zaman yol göstermiştir. Böylece onların gerek düşünceleriyle gerekse söz ve amelleriyle Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan olgun insanlar olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden Allah Resûlü, “ Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir...” (B10 Buhârî, Îmân, 4.) diye tanımladığı Müslüman’ın davranışlarının anlamlı olmasını istemiş ve kişinin Müslümanlığının güzelliğini anlamsız hareketlerden kaçınmasıyla ilişkilendirmiştir. “Mâlâyanîyi (kendisini ilgilendirmeyen şeyleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” buyuran Allah Resûlü, (M162 Müslim, Îmân, 65.) insanın boş şeylerle meşgul olmadığı ölçüde inancına lâyık bir ahlâka sahip olabileceğini bildirmiştir. Kişinin, İslâm’a inandıktan sonra onu en güzel şekilde davranışlarına yansıtmasını mâlâyânîyi terk etmesine bağlayan bu hadis, anlamının yüceliği sebebiyle İslâm âlimleri tarafından, “ İslâm’ın esas ilkeleri” (medâru’l-İslâm), “ ahlâkın temel esasları” (usûlü’l-edeb) ve “iyi davranış kurallarının özeti” (cimâu âdâbi’l-hayr) sayılan rivayetlerle birlikte zikredilmiş, imanın kemale erebilmesi ve ihsan makamının elde edilebilmesi mâlâyânînin terkiyle ilişkilendirilmiştir. (RU1/113 İbn Receb, Câmiu’l-ulûm, I, 113.) Nitekim bulunduğu ahlâk ve fazilet makamına kendisini neyin yükselttiği Lokman’a (as) sorulduğunda, “Doğru sözlü olmak, emanete riayet etmek ve mâlâyânîyi terk etmek.” demiştir. (MU1830 Muvatta’, Kelâm, 7.)
Mâlâyânî olarak görülen ve terk edilmesi gereken davranışlar, kişisel tercihlere göre değil, İslâm’ın ilkeleri ve bu ilkelerle bağdaşan aklî ve örfî hükümler göz önünde bulundurularak belirlenir. Buna göre, İslâm’ın kesin olarak yasakladığı haramlarla birlikte, şüpheli şeyler, mekruhlar ve kişiye göre değişen ve gereksiz görülen mubahlar da bu kapsama dâhildir. Esasında insanın dünya ve âhireti için yararlı olmayan, yakın ve uzak çevresine fayda sağlamayan, bununla birlikte zarara ve günaha sebep olabilecek söz ve davranışlar mâlâyânî olarak görülmüştür. Fuzulî davranışlar arasında konuşmayla ilgili olanlar önemli yer tutar. İnsanın diline hâkim olmasının zorluğu nedeniyle, dinimizde gereksiz konuşma ve boş sözlerden kaçınma üzerinde özellikle durulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ, müminlerin özellikleri arasında boş söz ve davranışlardan yüz çevirmelerini zikretmiş (Mü’minûn, 23/3.) ve Rahmân’ın kullarının boş bir söz işittiklerinde veya kendini bilmez insanlar onlara laf attığında vakar ve hoşgörü ile “selâm” deyip geçtiklerini bildirmiştir. (Furkân, 25/63, 72) Sevgili Peygamberimiz de “ya hayır söylemek ya da susmak” prensibi gereği, Allah’a ve âhiret gününe inanan bir insanın hayırlı, değerli ve gerekli sözler dışında boş söz sarf edemeyeceğini söylemiş (B6019 Buhârî, Edeb, 31.) ve insanın diline hâkim olabilmesi durumunda cennetle mükâfatlandırılacağı müjdesini vermiştir. (B6807 Buhârî, Hudûd, 19.) Allah Resûlü, fuzulî konuşmaları hiçbir zaman tercih etmemiş, (N1415 Nesâî, Cum’a, 31.) mübarek ağzından lüzumsuz ve Allah’ın razı olmayacağı bir söz çıkmamıştır. Allah’ın adının zikredilmediği boş konuşmaları değersiz görerek ashâbını bundan sakındıran Hz. Peygamber, (D4855 D4856 Ebû Dâvûd, Edeb, 25.) onlardan bu tür konuşmaların yapıldığı bir toplulukta bulundukları zaman, oradan ayrılırken Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanma dilemelerini istemiştir. (T3433 Tirmizî, Deavât, 38.)
Her davranışında ölçülü ve dengeli olmayı gözeten Resûl-i Ekrem Müslüman’ın niteliksiz ve amaçsız konuşup gevezelik yapmasını yasaklamış (T2018 Tirmizî, Birr, 71.) ve bu bağlamda boş yere yapılan yeminleri hoş görmemiştir. İnsanlar, alışkanlık sebebiyle kasıtsız olarak ağızlarından çıkıveren yeminlerinden sorumlu tutulmamışlardır. (Mâide, 5/89.) Hz. Peygamber, gereksiz yere yapılan yeminlerle ilgili ashâbını uyarmış, özellikle alışverişte boş söz, yemin ve yalana sıkça başvurulması dolayısıyla tacirlerden bol sadakayla kazançlarını temizlemelerini istemiştir. (D3326 D3327 Ebû Dâvûd, Büyû’, 1.) Her ne şekilde olursa olsun boş konuşmaları Müslüman’ın karakteriyle bağdaştırmayan Allah Resûlü, insanları güldürmek için yalan yanlış konuşanlara, “yazıklar olsun!” diyerek sitem etmiş, (D4990 Ebû Dâvûd, Edeb, 80.) eğlence amaçlı da olsa doğru yoldan insanı saptıran sözlerde hayır olmadığını bildirerek bunları yasaklamıştır. (T3195 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 31.) Allah Teâlâ, bu şekilde hiçbir bilgiye dayanmadan, sırf insanları Allah yolundan saptırmak ve bu yolu eğlence konusu yaparak alay etmek için kelime oyunu yapmaya kalkışanları alçaltıcı bir azabın beklediğini haber vermiştir. (Lokmân, 31/6.)
Kişinin kendisini ilgilendirmeyen konularda sorduğu gereksiz sorular da mâlâyânî olarak nitelendirilmektedir. Ashâb-ı kirâm, her zaman Allah Resûlü’ne gelerek ona sorularını yöneltmiş, lüzumsuz şeyler sormaları durumunda ise uyarılmışlardır. (B92 Buhârî, İlim, 28.) Nitekim bir defasında Allah Resûlü hac âyetini ashâbına bildirerek onlara haccetmeyi emretmiş, bir adam ise ona, “Her sene mi?” sorusunu yöneltmişti. Bu soruya karşı sükût eden Allah Resûlü, adamın sorusunu üç kez tekrarlaması üzerine, “Evet dersem her sene (haccetmeniz) gerekir ve siz buna güç yetiremezsiniz... Sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sormalarından ve peygamberlerinin buyrukları üzerinde ihtilâf etmelerinden dolayı helâk olup gitmişlerdir. Size neyi yasakladıysam ondan kaçının ve neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadar onu yapın.” buyurmuştur. (M3257 Müslim, Hac, 412.) Ayrıca Hz. Peygamber, sorduğu soru sebebiyle haram olmayan bir şeyin haram kılınmasına sebep olan kişiyi günahkâr ilân etmiştir. (B7289 Buhârî, İ’tisâm, 3.) Allah Teâlâ da, “Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde, sizi sıkıntıya sokacak olan şeylere dair soru sormayın.” (Mâide, 5/101.) âyeti ile Resûlullah’a anlamsız ve lüzumsuz sorular sorulmamasını istemiştir. Hz. Peygamber’e on yıl hizmet ettiğinden (B6038 Buhârî, Edeb, 39.) “hâdimü’n-Nebî” (Nebî’nin hizmetkârı) lakabıyla anılan Enes b. Mâlik de, “Resûlullah’a faydasız ve gereksiz bir şey sormak bize Kur’an’da yasaklanmıştı!” (M103 Müslim, Îmân, 11.) demiştir.
Sevgili Peygamberimiz, çok ve gereksiz soru sormanın yanında gereksiz yere malı israf etmek veya boş yere konuşarak dedikodu etmek gibi her türlü aşırı ve lüzumsuz davranışa karşı çıkmıştır. (M4485 Müslim, Akdiye, 13.) Müslüman’ın faydası olmayan oyun ve oyalanma şeklinde gerçekleştirdiği her fiili bâtıl ve anlamsız bulan Allah Resûlü, kişinin yeteneklerini geliştirmesine sebep olan faydalı ve o dönemin şartlarının gerektirdiği atıcılık, binicilik, yüzücülük gibi spor ve oyunları öğrenmeyi tavsiye etmiştir. (T1637 Tirmizî, Fedâilü’l-cihâd, 11.)
Faydası olmayan ilimden dahi Allah’a sığınarak, yararlı işlere talip olmanın önemini vurgulayan Resûl-i Ekrem, (D1548 Ebû Dâvûd, Vitr, 32.) faydasız işlerin insanın âhiret hayatına yaptığı olumsuz etkiye dikkat çekmiştir. Nitekim bir defasında ashâbdan biri vefat etmiş ve çevresindekiler onun cennetlik olduğunu söylemişlerdi. Allah Resûlü ise onlara, bunun bilinemeyeceğini, zira o kişinin kendisini ilgilendirmeyen bir konuda lüzumsuz sözler sarf etmiş olabileceğini söylemiş ve böylece, mâlâyânî işleri insanın cennete girmesini engelleyecek davranışlar arasında zikretmişti. (T2316 Tirmizî, Zühd, 11.) Dolayısıyla Resûlullah, insanın ömür sermayesini faydalı işlere harcaması gerektiğine işaret etmiş ve onun âhirette ömrünü nerede geçirdiği sorusuna muhatap olacağını bildirmiştir. (T2416 Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1.) Oysa bazen şeytanın, bazen de tembellik ve gaflet zaafına kapılan nefsin telkinleriyle insan, kendisini hiçbir fayda vermeyen, zaman israfına neden olan davranışlar içinde bulabilmektedir. Bu yüzden Yüce Yaratan, kullarına hayat şansının yalnızca bir kez verildiğini, zamanın değerinin bilinerek ömrün hakkının verilmesi gerektiğini her fırsatta hatırlatmış, (Mü’minûn, 23/99-100.) “ İki nimet vardır ki insanların çoğu onlar(ı değerlendirme) hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” buyurarak bu nimetlerin değerine işaret etmiştir. (B6412 Buhârî, Rikâk, .)
Günümüz insanının en çok ihtiyaç hissettiği, çoğu kez yokluğundan yakındığı bir değer de “zaman”dır. Her insan zaman bulamamaktan şikâyetçi olmakla birlikte, en çok zaman sıkıntısı çekenlerin onu iyi planlayamayıp boşa geçirenler olduğu görülür. Özellikle bugün, iletişim araçlarının çeşitlenip çoğalması, teknolojik aletlerin yaygınlaşması ile zaman sıkıntısı daha çok hissedilir olmuştur. Bazen birer zaman tuzağı olabilen bazı televizyon programları, internet siteleri, oyunlar, diziler, magazin edebiyatı âdeta bir mâlâyânî sektörü meydana getirmiştir. Bir eğlence kültürü imiş gibi gösterilerek, özellikle gençlere özendirilen bu boş işler, farkında olmadan kişinin ömrünü çalmakta, insanî ve ahlâkî değerleri yozlaştırırken, insanı kendisine yabancılaştırmaktadır. Mâlâyânî olarak vasıflanan ve insanın kendisine, çevresine, dünya veya âhiret hayatına bir faydası olamayan davranışlar, kişiyi asıl uğraşması gereken şeylerden alıkoymakta, amellerin Allah için, O’nun rızası gözetilerek yapılması gerektiğini unutturmakta ve kişiyi yapmakla emrolunduğu ibadet ve taatten uzaklaştırmaktadır. Oysa Müslüman, zararlıya veya faydasıza değil, her iki âleme de yararlı olan amellere yönelmeli ve “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ, 17/36.) buyruğunun farkında olmalıdır.