“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesi hepimizin tanıdığı bir cümledir. Bastille hapishanesinden isyan eden mahkumlar peşlerine Paris’in fakir halkını takıp Elysee Sarayı’nın kapısına dayanmışlar. Marie Antoniette gürültüleri duyup ne olduğunu sorunca hizmetçisi “Efendim, halk ekmek bulamadıkları için isyan ettiler” der. Marie Antoniette yukarıda sarf ettiğimiz ünlü cümleyi kullanmıştır. Bu cümleye gerçekten inandığı için söylemiştir. Fakat gerçeklerden kopuk sürdüğü yaşam sonucu kullandığı bu cümle onun yaşamını giyotin gibi bir gerçekle sonlanmasına sebep olmuştu. Bu hikaye yaşanılan gerçekle bağımızı sıkı tutmamızı öğütlüyor. Günümüz popüler sözcüğü “sanal” her zaman olagelmiş bir gerçeği ifade ediyor ve görüyoruz ki gerçeği anlamak, gerçekle yüzleşmek başlı başına herkesin derdi. İşte bugün sanal diye tutturduğumuz nakarat bugüne has değil. Abartmayarak, sanal bir gerçekliğe kişinin kaçmasına neden olan kurulan acı bir gerçeklikle kimin payı var onu anlamaya çalışalım. Bediüzzaman Said Nursi’de bu duruma devekuşu teorisiyle yıllar önce dikkatleri çekmişti. Devekuşunun kendisini avlamaya gelen avcıya karşı savunma mekanizması olarak başını kuma sokmasını anlatır. Karşıda sağlam bir duruşla karşılanması gereken somut gerçekliğe karşı, gerçekliği olmayan sanal bir cevap niteliğindeki devekuşunun başını kuma sokması onun felaketiyle sonuçlanır. O zaman ne kadar doğru olur bilmiyorum ama gerçekliği idrak eğitimi eğitimin aslı olmalı değil midir? Gerçekliği var olduğu şekliyle yani acısı, tatlısı, tuzlusu ne varsa o şekliyle kavrayamayan çocuk için sadece bilgisayar başında olmak değil sınıfta, okulda, tahta karşısında olmak bir tür sanallık olmuyor mu? Vatanına, milletine ve insanına bağını derinlerde hissetmeyen bürokrat, memur, teknokrat ya da herhangi bir çalışan bulunduğu kurumda “sanal bir gerçeklik kurup bir tür bürokrasi oyunu oynamıyor mu? Franz Kafka’da bu gerçekliğin sanala dönüşmesini aynı çapta idrak etmiş olmalı ki “Dava” adlı romanında inandıkları resmi oyuna kendini kaptıranların haklı bir bireyi nasıl perişan ettiklerini anlatır.
Hangi gerçeğin eğitimi ya da anlaşılması denirse Cahit Sıtkı’nın gerçekle yaka paça olması bize bir parça yardımcı olur kanaatindeyim. Otuz beş Yaş şiirinde Cahit Sıtkı zamanın değişimine, beyaz saçların işaret değerine, dostlardan ayrılığa, derin yalnızlıkla karşılaşmaya, mutluluğun geçiciliğine ve sonuçta ölümle karşılaşmaya kadar bizi çarpan bir gerçeklikle bizi karşılaştırır ve ürpeririz. Evet bir şiir değil mi? Sadece bir şiir. Ne kadar dehşetli karşılaşmalarla dolu. Daha sonra Cahit Sıtkı daha da ileri gider. Taşın sert olduğunu geç fark ettiğini, suyun boğduğunu, ateşin yaktığını söyler. O büyük şair nasıl yani bunları bilmiyor muydu ya da bilgisi ona bu çok açık gerçeği nasıl öğretmemişti? Sanki bütün bilgi ve birikim onu yarı yolda bırakmış gerçekle çarpışma ona bir hidayet alanı açmış gibi görünüyor. Bu bayrağı Cahit Sıtkı’dan alan İsmet Özel gerçekliğinin alt üst oluşunu “toprağın sürüldüğüne ve kadınların doğurduğuna inanmadığını söyleyerek” ifade etmeye çabalıyor. Bu örnekler gerçeklik inşası adına doğru örnekler olabilir diye düşünüyorum.
Bugün neslimizi nereden geliyorum gerçeği, nereye gidiyorum gerçeği; dostlardan, anne babadan ayrılma gerçeği, ölüm gerçeği gibi basamak basamak gerçeklik terbiyesiyle yetiştirmemiz gerekiyor. Aksi taktirde yaşadığı sokaktaki hastayı, komşuyu bilmeyen, muhaciri, mülteciyi umursamayan sadece genç değil orta yaşlı ya da büyük herkes, gözlerini bir sinirli küre gibi kilitledikleri telefon ekranlarıyla ünlü Hollywood filmi “Truman Show” kadar gerçek bir hayat sürebilirler.
Son olarak kendileri bu sanal rüyadan uyanmak şartıyla anne babaları başlarına olasılık dahilinde gelebilecek bir gerçeklikle uyarmak istiyorum. Yağmursuzluğu yaşadığımız şu günlerde, evladımızın yağmur için hadi dua edelim evladım dediğimizde gerçeklikten gerçekten kopan çocuk bize şunu söylerse şaşırmayalım. “Anne baba neden bir internet alışveriş sitesinden yağmur sipariş etmiyoruz.”