11-17 Aralık’ın Mevlana haftası olması hasebiyle, bu günden itibaren üç Cuma, Mevlana ile hemdem olmayı arzu ettim. Gelmiş ve geçmiş en büyük âlimler ve veliler zincirinin altın halkası olan, Mevlevi tarikatının piri ve kurucusu bulunan Mevlana Celaleddini Rumi, Hz.Ebu Bekir’in 12. torunu olup, 1207 de Horasan’ın yakınlarında bulunan Belh şehrinde doğmuştur. Babası Behaeddin Veled, annesi İbrahim Ethem hazretlerinin torunu Mümine hatundur. Mevlana’nın asıl adı Muhammet, lakabı Celaleddindir. Anadolu’ya hicret ettiğinden dolayı Rûmî diye anılmıştır. Gevher hanım ile evlendi, bu izdivaçtan Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi isimlerinde iki oğlu oldu. Sevenlerinin efendisi olduğu için, ‘Efendimiz’ anlamında kendisine Mevlana denmiştir. Küçük yaşta ilim deryası oldu ve o devrin allamelerinden Feridüddin Attar’ın dikkatini çekti ve duasını aldı. Babasıyla birlikte Çin, Maçin, Bağdat, Hicaz seferlerinde bulundu ve pek çok ilmi münazaralarda nice namlı ve şanlı üstatlara kök söktürdü, el öptürdü. Sultan Alâeddin Keykubat’ın daveti üzerine, babasıyla birlikte 23 yaşlarında iken Konya’ya geldi. Babasının derslerine devam etti. 25 yaşlarında babasını kaybedince, Kayseri’de Seyyid Burhaneddin’e talebe oldu ve ondan icazet aldı. Şems-i Tebrizi ile tanıştı ve ilmin erişilmez doruğuna çıktı. Gece gündüz talebe okuttu, dertlilerin peşinden koştu, ünü cihanı tuttu, evi ve medresesi ilmi müzakere ve ziyaretçilerle dolup taştı. Sorulan, aranan, müracaat edilen, hakemliğine başvurulan bir pişdar, herkese yaşantısıyla, eylemiyle, söylemiyle örnek, numune, rehber, önder ve mihmandar oldu.
O, bir ömür boyu dinlenmedi, yorulmadı, bıkmadı, okudu, okuttu, yazdı ve konuştu. Mesnevisinde 47 bin, Divanında 30 bin beyit bulunmaktadır. Yazdıkları ve yazdırdıkları söylediklerinin yanında devede tüy bile değildir. O, ölüme ‘Şeb-i Arus / düğün gecesi’ dedi. Çünkü ölümle nişanlı olan insan o zaman evleniyor ve Mevlâsına kavuşuyor. O andan daha, kutlu bir an olabilir mi? O düğün ki, sevenlere model olabilecek müstesna bir sevgi ile seven Mevlana’nın Mevlasıyla gerçek anlamda ve hakikat mekânında buluştuğu demdir… O düğün ki, bütün faniler gibi onun da muvakkat âlemden muhakkak âleme geçişi ve aslında gelinen yere dönülmesi, yolculuğun bitmesi, arzu edilenlere, özlenilenlere, hepsinden öte has kullara müjdelenenlere erilmesi, hasretin bitmesidir... Ne mutlu onun gibi damat olanlara...
Mevlana 1273 de Konya da Hakkın rahmetine kavuşmuş, cenazesini ilminden ve feyzinden hissedar olduğu hocası Sadreddin Konevi kıldırmıştır. Bu yücelerden yüce olan insanın Afganlı ve İranlı olduğu söylenirse de, kendi deyimiyle: ‘Benim şiirlerim Farsça olsa bile, ben öz-be öz Türküm’ demiştir. O bir kâinat, o bir âlem, o bir güneş, o bir yağmur idi. Vefat eylediği zaman, sanki bir âlem batmıştı. Zaten bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümünden daha beter değil midir? Cins kafalı muhteşem Mevlana ve Mevlana gibi âlimlerin medfun bulunduğu yerlerin uzun müddet küfre ve kötülüğe mekân olamayacağı, onların öldükten sonra bile ruhaniyetleriyle ve eserleriyle iyiliklerin ve güzelliklerin yeşermesine nefes vereceği, onların hürmetine ve hatırına, ilahi lütufların, keremlerin, ihsanların insanlığa ikram edileceği Mevla’mızın şeksiz ve şüphesiz rahmânî mevhibesidir.
Allah’a milletçe hamt ve şükür etmeliyiz ki, bu memleket baştanbaşa bu manevi kahramanlarla çakılıdır. Bu kahramanlar, bu memleketin kıyamete dek mânevi bekçileridir senetleridir, tapularıdır. Bu belgelere Rabbimiz nazar, Peygamberimiz intizar etmektedir. İşte Orta Anadolu’ya kanat geren Kırşehir’de medfun Hacı Bektaş Veli, Ankara’da Hacı Bayram veli, Göynük’de Akşemseddin, Konya’da Mevlânâ, Bilecik’de Edebali, kökü Medine’ de olup İstanbul’a kadar dal budak salan Ebâ Eyyubel Ensari, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzu çimlendiren Tillo’da yatan İbrahim Hakkı, Adriyetik’den Çin seddine bakan Mostar’daki Sarı Saltuk hazretleri ve daha binlerce yöremizde sayısız meçhul manevi mimarlar...
Bu ülkeye Allah’ın rahmet ve mağfiretiyle müşfik davranması, tarihi iç ve dış düşmanlarının hummalı saldırılarına, tuzaklarına, hilelerine, kahpeliklerine rağmen hâlâ ayakta durmasının, yaşamasının, îmanını ve inancını muhafaza etmesinin, bağımsız olmasının sebep ve hikmeti ne olabilir? Savaş meydanlarında Mehmetçiğimizle omuz omuza savaşan sarıklı mücahitleri, görünen ama dokunulamayan melekleri, milletimizin ebet-müddet-devlet oluşundaki iksiri, nefesi ve himmeti kim inkâr edebilir? Hiç inkârla hak izmar edilebilir mi? Edirne’ den Kars’ a kadar nice evlerde bu tarihi gerçekleri nefes nefes teneffüs edenlerden ve bu hilesiz, yalansız, doğruları sözüne, özüne güvenilen pek çok bahadırdan, kumandandan, gaziden dinlemek mümkündür. Kaldı ki, Allah’ın bu yardımı, O’nun dinine hizmet eden aziz milletimize eskiden yapıldığı gibi, yakın tarihimizde de yapılmış, dün de yapılmış, bu gün de yapılıyor, yarında yapılacaktır inşallah...