Önümüzdeki Pazartesi, Mevlânâ’nın ölümünün 739. yıl dönümü. Bilindiği gibi Mevlâna 1207’de Horasan’ın yakınlarında bulunan Belh şehrinde doğmuş, 17 Aralık 1273'de Pazar günü akşamüstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ, ölümünü gerdek gecesi "Şeb-i Arûs" "Sevgiliye kavuşma", “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü” olarak kabullenmişti. Şeb-i Arûs, fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla tamamlanır. Gerçekte iki türlü ölüm vardır. Birincisi, nefsi (egoyu) feda ederek oluşan "manevî ölüm". Yani Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Ölmeden evvel ölünüz” emrince "Hak'ta yok olmak" anlamındadır. Bu ölüme, "ilk vuslat" denir. İkinci ölüm ise, "fizîkî ölüm"dür. Canın beden kafesinden kurtularak aslına döndüğü, katrenin denize, can ummanına erdiği an.
Mevlânâ, Hz.Ebû Bekir’in 12. torunudur. Afganlı ve İranlı olduğu söylenirse de, kendi deyimiyle: “Benim şiirlerim Farsça olsa bile, ben öz-be öz Türküm” demiştir. O, bir âdem ama o bir âlemdi O, âlimlerin, mutasavvıfların, mütefekkirlerin, mürşitlerin, müritlerin, şeyhlerin, ediplerin pîri idi. O, Orta Asya’dan Anadolu’ya bir ırmak gibi aktı ve nice çorak gönüllere, zifir-i karanlıklara hayat iksiri saçtı.
Mevlânâ öldüğü zaman, dünyanın birçok yerinde gâip cenaze namazı kılınmış, ins ve cin, felekler ve melekler, arş ve ferş hüngür hüngür kan ağlamış, onun dinine inanan ve inanmayanlar yas tutmuş, mâtemlere boğulmuştur. Hıristiyan âlemi: “Mevlânâ bize ekmek gibi mürşitti. Mevlânâ’yı kaybettik, ekmek kapımız kapandı, mahvolduk, perişan olduk” sözleriyle üzüntülerini ifade etmişlerdir. Mevlâna’nın vefatının üzerinden tam 739 sene geçti, ama o hâlâ yaşamakta, yaşayanlar onunla yaşamaya çalışmaktadır. 739 seneden beri ısıtan, ışıtan bu fâni ama aslında bâkî, her geçen gün yeniden anlaşılmakta ve onda dirilmek, onda silkinmek, onda nefes bulmak için gece-gündüz ona koşmaktadır, onu konuşmaktadır ve onu okumaya gayret etmektedir. Bâki bir fâninin bu eskimezliği, ekşimezliği, ölümsüzlüğü, tükenmezliği onun muhteşem ihatasının muazzez müntehasıdır. Dil kâfi değil ki onu vasfetsin, tefsir ve tasvir eylesin. Şuur yeterli değil ki, onu idrak etsin, takat elvermiyor ki onu şerh etsin, kalem muktedir değil ki onu kelam etsin. En iyisi, onu ona bırakalım da, onu ondan ve onu, onun neyinden dinleyelim:
* Ey hakikat yolcusu sen, düşünceden ibaretsin, geriye kalan et kemiksin. Eğer düşünce ve niyetin gül ise, sen gülistansın. Yok, eğer düşüncen diken ise, sen külhan kütüğüsün.
* Her rüzgârda otlar gibi eğilip bükülürsen dağ kadar bile olsan, bir ota değmezsin. * Hz. İsa parasızlıktan semaya çıktı. Kârun ahlaksızlıktan yere geçti. Eğer altın ve gümüşle bir kimse adam olsaydı, Hz. İsa yere geçir, Kârun gökyüzüne çıkardı.
* Nerede akarsu bulunursa orada yeşillik olur. Nerede gözyaşı bulunursa orada merhamet olur. Bostan kuyusunun inleyen dolabı gibi gözü yaşlı ol ki, ruhunun sahasında yeşillikler bitsin.
* Gündüzün riyasıyla gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebû lehep gibi. Gündüz adı Abdullah, gece elinde kadeh nevzubillah!
* Cihan baştanbaşa ağız ağıza kanla dolu olsa, Allah kulu yine ancak helal yer.
* Hz.Ahede ve cenabı Ahmet’e iyi sarıl. Ey kardeş, sen cehaletinden kurtul. İman ve taat yolunda bir nefes alır da, bir kimse eğer ziyan ederse ben kâfirim.
* İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu âlem yok değildir. Görememek ayıbı, göstermemek kusuru, uğursuz nefsin parmağına ait işte.
* Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.
* Komşularından av kapmak aslanlara ayıptır, köpeklere değil.
* Sevenle sevileni ayrı varlıklar sanıyordum. Meğer onlar bir imişler. Bense biri iki görmüşüm.
* Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten, kaderi de sevinç haline sokabilir.
* Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.
* Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur…