Oldum olası “şununla bununla mücadele” iddialarına gülerim. Böyle bir iddia, daha işin başında inisiyatifin elden kaçırıldığını ve durumun kabullenildiğinin işaretidir. Aksülamel seviyesi aşılamamış, hattâ bazı kere, refleksten ibaret kalınmıştır.
Bir zamanlar “Sıtmayla Mücadele” kurumları vardı. Sıtma duruyor, ama mücadele iddiasındaki kurumdan iz yok… Yine bir zamanların “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, daha Komünizm ölmeden tarihe karıştı.
Veremle mücadele… Gürültüyle mücadele… Uyuşturucuyla mücadele… Ne mücadeleci milletiz Ya Rabbim!.. Ve bir asrın üçte biri terörle mücadele…
Haydi, bir mücadele de biz yapalım… Meselâ karanlıkla mücadele edelim… Silâhlarımızı alalım, basalım tetiklere, hain karanlığa veryansın edelim… Sokaklarda pankartlar açalım ve çığlıkları basalım: “Kahrolsun karanlık!”
Karanlıkla mücadele mi olur? Işığı getirirsin, olur biter. Yani bir şeyler yapıyor görünmek yerine, asıl yapılması gerekeni icra edersin. Ahmakça savunma yerine; daha doğrusu savunuyor görünme yerine, akıllıca aksiyon… Meseleyi kökünden halledici hamle… “En iyi müdafaa taarruzdur” diyen asker, ne kadar haklı değil mi? Soğukla mücadele mi olur… Gereken ısıyı sağlarsın, mesele kalmaz.
İlkel kabilelerin ay tutulması olunca, -akılları sıra- kötü ruhları kovmak için tamtamlarla çığlık çığlığa dans etmeleri gibi, cemiyetimizi bir “mücadele” sarası tutmuştur. Neden?.. Meselenin üzerine gidip çözecek fikir ve enerjiden mahrumuzdur; bir şey yapmadan da olmaz, gelsin mücadele gayretkeşliği… Dostlar mücadelede görsün. Bir asrın üçte birini aşkın zamandır, sadece teröre karşı böyle hamaratlık içinde değiliz; her meseleye karşı yarım asırdır her meseleye karşı böyleyiz. Ben işin başındayken bir problem gözükmesin, “benden sonra tufan”…
Her şeyin bir sonu olduğu gibi, günü kurtarma politikalarının da sonu geldi. Çünkü ertelene ertelene yığılan ve müzminleşen meseleler, şifalı ameliyatlarla çözümlenmezse ölümcül hastalık haline gelecek. Bunu milletimiz hissediyor. Seçimlerde oyunu buna göre kullanıyor. Her seçim o kahramanlara ameliyatıdır ve böyle bir şeyi ancak büyük milletler yapabilir.
Balonun her tarafına havanın dengeli yayılması gibi devlet, yaşamaya ve uğruna ölmeye değecek temel prensipleri, cemiyetin her kesimine hâkim kılar… Bu temel prensipleri her ferdinin ciğerine kadar işler ve can feda bu temel prensiplere her ferdini inandırır... En geri zekâlı ferdine kadar herkese onu sevdirir... Ancak böyle bir cemiyetin, “topal keçinin” bile sorumluğunu duyan devlet başkanı ve devlet idaresi olur. Tepeden tırnağa böyle bir iman manzumesi ile nizamlanmayan bir ülkede, işlenmeyen tarlayı yaban otlarının sarması gibi eksikleri birileri tamamlamaya kalkışır. Işığın gelince, karanlığın yok olması gibi, o devlet olursa, başta terör olmak üzere hiçbir şeyle mücadeleye lüzum kalmaz… Yeter ki o irade olsun.
12 Eylül’deki halkoylamasında millet, % 58’lik bir evetle bu iradesini ve bunu sağlayacak anayasa arzusunu beyan etti. Daha yüksek destek vermemekle iktidara, “bizi büyük yapan değerlere uygun anayasa yolunda azim ve kararlılıkla yürü, yarım yüzyıldır günü kurtaran ‘mücadeleciler’ gibi olma ki daha fazlasını hak edesin” dedi… Muhalefete de… Gölge etme yoksa bu kadarını da bulamazsın...
Her ihtilâlden sonra, cuntacıları ve taraftarlarını sandıkta cezalandıran bir milletin derin şuurunda o irade ve şu kadar bin yıllık millî hafızasında böyle bir anayasayı doğuracak (kodlar) vardır. Bir tohuma sonsuz sayıda çoğalma kapasitesi sığdıran ve en ince kökten en uç dala nimet gönderen Allah, o (kodları) yaratmaya da muktedirdir.