Modern çağların en netameli kavramlarından biri olan milliyetçilik, Fransız İhtilalinden sonra gündemimize girmiştir. Kavramın felsefî temelleri, gelenekten kopmayı temsil eden Aydınlanma felsefesine kadar uzanır.
Tanrı merkezli kâinat görüşünden insan merkezli dünya görüşüne evirilmenin ürünü olan bu kavram, gerek menşei, gerekse sonuçları bakımından seküler ve dünyevî bir yönelişi ifade eder.
Aydınlanma, meşruiyetin kaynağını insan aklının dışındaki ilahî bir güce, Tanrıya dayandıran anlayışı reddederek, bu yetkiyi insanın kendisine, bizzat insan aklına devretmiştir. Batı’nın sekülerleşme sürecindeki bu devasa değişimin politik ve kültürel sahadaki sonuçları, bütün yerleşik yapıları temelinden sarsmıştır.
Böylece meşruiyetini bizzat Tanrı’dan alan ilahî menşeli monarşik siyasî yapılarla buna bağlı olarak teşekkül eden kültürel ve siyasî kimlik kodları, temelli bir değişikliğe uğramıştır. Efkâr-ı âmme kavramı ve dilde sadeleşme hareketleriyle modern zamanların ürünü olan gazetecilik faaliyetleri ve bunların tamamıyla ilişkili biçimde gelişen kapitalist piyasa yapıları bu sürecin ürünüdür.
Bunlardan hangisinin bir diğerinin sebebi veya sonucu olduğuna dair belirsiz bir tartışmaya girmek yerine, yan yanalık (a causal) olarak da nitelendirilebilecek eş zamanlı ve karşılıklı bir etkileşmenin vuku bulduğuna dair bir yaklaşım daha sağlıklı olabilir. Fakat kesin olan bir şey vardır ki, o da; bu süreçlerin tamamının dünyevîleşme olarak da çevirebileceğimiz seküler bir kopuşa, gelenekten uzaklaşmaya zemin hazırladığıdır.
Batı Entelijansiyasının düşünce iklimindeki bu radikal değişimin geniş halk kitlelerine malolması; kendiliğinden ve doğal seyrinde gelişen bir süreçten daha ziyade, bir kurum olarak siyaset, bürokrasi, piyasa yapıları, üretim biçimi ve üretim ilişkilerini düzenleyen yapısal ve sentetik müdahalelerle doğrudan doğruya ilişkili bir süreçtir. Bu süreç, hem Batı, hem de Batı dışı toplumlarda henüz nihaî noktasına ulaşmış değildir.
“Gelişmiş” memleketlerde birbiriyle paralel biçimde gelişen rasyonalizasyon, nesnelleşme ve sekülerleşme süreçleri, bu kavram ve süreçlerin zıddını içeren ve modern anlamdaki aklîleşme, nesnelleşme ve dünyevîleşme kavramlarına tekabül etmeyen durum ve süreçlere göre, nispî olarak daha fazla bir paya sahip olsa bile, kadim kültürleri tamamen silebilmiş değildir. Sekülerleşmenin en ileri safhasına ulaşmış Batılı memleketlerde bile, bu etki hâla canlıdır.
Bu durum, kültür denilen olgunun organik doğasından ileri gelmektedir. Çünkü kültür dediğimiz şey, büyümesi, gelişmesi gereken bir şeydir. Bir ağacı inşa edemezsiniz: sadece eker, bakar ve olgunlaşmasını bekleyebilirsiniz. Bu bağlamda, “Bir Avrupalı birey” diyor Eliot, “Hıristiyan dinine inanmayabilir, ama söylediği, yaptığı, ettiği her şey Hıristiyanlık mirasına dayanacaktır.”
Bu tanım, her bakımdan gelenekseldir. Batı’daki modern gelişmelerin hemen yanı başında, Antik Yunan, Roma, Ahd-i Atik ve Hıristiyan mirasının izleri görülebilir. Çünkü kültür dediğimiz şey, bütün yapısal zorlamalara rağmen ve çoğu kez kısmî değişikliklere uğrayarak da olsa, canlılığını ve etki sahasını sürdürebilmektedir.
Sekülerleşmenin en yoğun biçimde yaşandığı Batı dünyasında bu böyle olunca, bütün ön kabullere rağmen, doğu toplumları ve bilhassa sekülerleştirme projesinin pilot bölgeleri arasında sayılabilecek Türkiye örneğindeki İslam ülkelerinde bu etki, daha yoğun biçimde görülebilir. Nitekim hâlihazırdaki gelişmeler de bu tezi desteklemektedir. Bugün Türkiye’de “milliyetçilik” ve “ulusalcılık” şeklinde tezahür eden ve bazılarının kavramakta zorlandığı gelişmelerin oluşturduğu kafa karışıklığı, meseleyi sathî şekilde ele almanın doğurduğu bir sonuçtur sadece.
NOT: Bu konuyu masaya yatırmaya, bir sonraki yazımızda da devam edeceğiz.