İbrahim A. AYDIN
Dünya hayatı hak ile batılın mübareze sahnesidir. Hz. Âdem’den beri insanlık tarihi bunun üzerine kurulu ve bu, kıyametle son bulacak bir savaş… İnsanoğlu cirmi küçük kadri büyük varlık… Kulluğuyla meleği kıskandırabilecek kıvama ulaşabilen, şeytana pabucunu ters giydirebilecek derekelere de düşebilecek âdemoğlu, hem nefisle hem de âfaktaki düşmanlarla mücadelenin amansızca devam ettiği bu sahnede başrol oyuncusu…
Bu yıkıcı savaş, insanın temel ontolojik/varoluşsal gayesini tespitte ve ona göre bir yaşam sürdürmekte temel nirengi noktasıdır. Mantık ilminde insanın ‘düşünen canlı’ şeklinde yapılan tarifinde “düşünen” kısmı fasıldır. Onu canlı olmak bakımından ortak olduğu diğer varlıklardan ayıran, kendi türüne has kılan şey… İnsan türüne has özellik; tefekkür… Dinin temel gayesinin de insanı tefekküre çağırmak olduğunu söylemek için İslâm âlimini olmaya gerek yok… Zira Kur’ân-ı Kerîm, okuyan herkes muhakkak birkaç sayfada “düşünmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız” ifadelerinin bulunduğu bilir. İnsan eşittir düşünmek denilse hakikatten başka bir şey söylenmiş olmaz.
Modern zamanlarda insanın en çok unuttuğu ya da unutması istenen şey: tefekkür… Yaşadığımız çağ; gösteri ve eğlencenin, özellikle sanal âlemde nefse hitap eden ayartıcı her türlü faaliyetin, insanın düşünmemesi/tefekkür etmemesi için plânlanmış kasıtlı organizasyonlarla tıka basa dolu bir çağ… Dünya hayatının bir mübareze alanı olduğunu unutan ya da görmezden gelenlerin, tefekkür edebilme vasfını kaybedenlerin bu savaşın sonunda kazanmaları pek mümkün görünmemektedir. “Düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez” der Sezai Karakoç İslâm’ın Dirilişi adlı eserinde. İslâm’ın yani Müslüman’ın dirilişi düşüncede ayağa kalkmasında, tefekkürünü kısıtlayan her türlü bağdan kurtulmasında…
Böylesine bir gösteri çağında/toplumunda, kalem ve kelâm erbâbı Edebiyatçı Yazar Ali Erdal’ın fikir yüklü yazılarından müteşekkil Mübareze adlı eseri tefekküre, düşünmeye çağıran ulvî bir ses. Üstâd’ın
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak…”
Sözüne paralel fikirsizliğe ve gösteri/imaj çağına karşı açılmış hakikat kolları mesabesinde bir eser Mübareze…
Eser; Usûl, İddialar ve Hakikat, Karşı Cepheye Bakış, Karşı Cephenin Söylemlerine Göre, Batı, İslâm’ı Bilmemekten, Son Karar An’ı isimlerini taşıyan yedi bölümden ve iki yüz on sayfadan oluşturulmuş. Kitapta toplam yetmiş üç yazı yer almaktadır. Yazıların uzun olmaması, ortalama üç sayfa oluşu yazarının meramını anlatmadaki maharetini göstermektedir. Kitabın baskı kalitesi de göz önüne alınırsa okurun zevkle okuyabileceği bir eser olduğunu söyleyebiliriz.
Kitabın ilk bölümünde yer alan üç yazı da usûle dair. Yeni bir diyalektiğin usûlü… Yazar hakikatin nasıl söylendiğinin bir hayli önemli olduğu zamanları yaşamakta olduğumuzu, bu sebeple yeni üslûbun “işportacı ağzıyla reklâm yapmayan, insandaki hakikati sezme kabiliyetine ustaca hitap eden, söylemekten çok düşündürten, fark ettiren, gönle hitap eden bir üslûp…” (s.5) olması gerektiğini ifade ederek yeni diyalektiğin tarzda/uslûpta olduğunu vurgulamıştır.
İletişim çağı olarak nitelenen çağımızda İslâm’a ve Müslüman’a saldırı özellikle medya üzerinden yürütülmektedir. Bu durumdan muzdarip olan yazar, İslâm ve Müslümanlar’ı hayatın içinde benzerini bulmanın mümkün olmadığı hayâlî tasvirlerle toplum vicdanında mahkûm etme amacında olan medyanın zulmettiğini, içinde bulunduğumuz toplumdan örnekler vererek gösterir.(s.7-8) Tüm bunlara sakince fikirle karşılık verilmesi gerektiğini “batılda değiliz ki muteriz olalım” sözüyle çözümünü de belirtir. Yine bu meyanda “gündem mühendislerinin sûnî sakızlarını ağzımıza neden yakıştıralım”(s.10) ifadesiyle kendi gündemimize bakmalıyız, başkalarının gündeminde ömür tüketmemeliyiz demek istemektedir. Zira insan güncel olana lâyığından fazla değer verdiği müddetçe anlam arayışında bir sonuca varamayacaktır.
İslâm’ı fikir planında savunmanın çağın gereği olduğunu özellikle vurgulayan yazar, İslâm adına en güçsüz, fikri cılız bir mü’minin bir İslâm düşmanın karşısına çıksa onu alt edeceğini, zira doğru fikirden üstün gücün olmadığını ve İslâm düşmanlarının amacının hakikat olmadığını belirtir. “Oku menziline ulaştıran ne yay, ne de okçunun kuvvetidir. Sadece ya Hakk nidasıdır…”(s.12)
Her dinin fikrin, ideolojinin müntesiplerine sunduğu bir tefekkür ve tebliğ usulü vardır. Malûmdur ki usûl esasa mukaddemdir. Günümüzde de İslâmî ilimler alanında özellikle medyada yapılan çoğu tartışmanın kısır döngüye girmesinde usûl bilmemenin etkisi son derece açıktır. Kitabın en iyi yazılarından biri olan “Sadece Usûlümüzün Hakkı” yazısında, usûlün esastan ayrı düşünülemeyeceğini, esası kabul edenin usûlü de kabul etmiş olacağının (s.13) altını çizen yazar, İslâm ve diğer dinleri usûl ve esas bakımından karşılaştırarak İslâm’ın usûl ve esasının üstünlüğünü ortaya koyar. Komünizmde esasın tüm mukaddeslere öfke duymak; kendini sunuş tarzının asabî bir çığlık ve topluma zorbalıkla kabul ettirmek olduğunu; Faşizm/Nazizm’in ise toplum kibrinin bir örneği olduğunu kendi dışındaki herkesi/bütün toplumları kendine hizmetkâr sayma esasına dayandığını belirtir. Liberalizm ve Kapitalizmin insana, nefsini azgınlaştıran; “bırakın yapsınlar” ve “nasıl olduğuna bakmana gerek yok hep sen kazanmalısın” cümlelerinde dile gelen bir usûlle yaklaştığını son derece isabetle belirtir. (s.14-20) İnsan, onu temelden kavrayan ve ona sağlam bir usûl sunana râm olunca huzura kavuşur.
İnsan kavramlarla düşünce dünyasını inşa eder. Kavramları yok etmek, ortadan kaldırmak aslında düşünce ve fikri ortadan kaldırmak anlamına gelir. Yazar, İslâm karşıtlarının onun kavramlarını kullanmasını, İslâm’ın kâmil oluşunun ve üstünlüğümün delillerinden biri sayar. Bunu şehit, gazi, hafız, açlık orucu, mucize kavramlarının seküler dünyadaki kullanımlarıyla örneklendirir. Ayrıca İslâm’ın kavramlarını değiştirme arzusunda olanların varlığını da “şeker bayramı” ifadesi üzerinden net bir şekilde ortaya koyar. (s. 21-26)
İnsanlık tarihinin peygamberle başlaması, bir seviyeden başladığı anlamına gelir. İlk insanın ilk peygamber olması, insanlık tarihinin üst seviyeden başlamasıdır. Peygamberin öğretilerinin unutulduğu sonraki devrelerde cilâlısı -yontmalısı ile taş devri yaşanmış olabilir. Bu mümkündür. Ama insanlık bir seviye ile başlamıştır. Yazar insanlığın medeniyetini peygamberlere borçlu olduğunu belirterek çağ açıp çağ kapatan büyük olaylara rağmen insanlık tarihinin en büyük olayının ilk insanın peygamber olması olduğu fikrindedir.(s.42) İnsanlığın pek çok mesleği maddî-mânevî medeniyet unsurunu onlara boçlu olduğunu, en büyük nimetin ise iman olduğunu, bunun da âlemlere rahmet olarak gönderilenden öğrenildiğini vurgular. Peygamberler o kadar elzemdir ki doğuda şamanın, büyücünün, batıda üst insan anlayışının aslında bir peygamber arayışı olduğu tespiti kayda değer bir tespittir. (s.45)
İslâm sadece insanı yetiştirmez. İnsanın yaşadığı mekânı da şekillendirir. Ona da ruh verir. Yazar bu durumu mâbed-şehir ilişkisi üzerinden ele alarak anlatır. İslâm şehri, mabedin merkezde olduğu bir vasfa sahiptir. Mekke’de Kâbe, Medine’de Mescîd-i Nebevî… Şehre mânâ ve yön verenin Allah’a kulluk olması gerektiğini en üst seviyede sembolize eden bu mâbed kültürünün günümüzde merkez olmayışı, İslâm’ın değil aciz Müslümanların eseridir. (s.47-52)
İslâm, namaz ile mü’minin, günlük hengâmenin günübirlik işlerine mahkûm olmasına mâni olur. Oruç ile onu, yeme-içmenin şehvetli esaretinden, zekât ile de paranın, malın mülkün tutsaklığından korur. Yazar İslâm’ın bu sadelikteki muhteşemliğini ve Haccın dönüştürücü gücünü, Kâbe’nin sadeliğinde şu harika satırlarla gösterir: “Allah’ın evini, onun var ettiği ve insanın değer atfettiği fani şeylerle yüceltmek, sıcak temmuz güneşinde öğle vakti aydınlanmak ve ısınmak için mum yakmaya benzer…”(s.52-53)
“Ben, yıllar yılı burada, başka bir zamanı yaşadım” diyen şairin özlem duyduğu zamanlar Asr-ı Saâdet… İnsanlığın yüz akı demler… ‘nasıl mü’min olunur’, ‘nasıl insan kalınır’ın canlı şahitleri… Her şeyde muhteşem kadro kurduklarını iddia edenlerin bakması gereken yön, zaman ve mekânın asr-ı saâdet olduğunu (s.57-61) belirten yazar bu neslin yani sahâbe neslinin neden üstün olduğunu madde madde izah eder.(s.62)
Kur’ân ve Sünnet’ten uzak düşmüş bir bakış tarzı doğrudan ve aynı zamanda çözümden de uzaklaşmış bir bakıştır. İnsan haktan uzaklaştıkça zalimleşti. Dünya kan gölüne döndü. Tüm bunlara rağmen hatasını haktan uzaklaşmasında değil de idare tarzında aradı… Oligarşi, Monarşi, Derebeylik, Krallık nihayet Cumhuriyet ve Demokrasi… Usûl, tarz denemeleri… Esası kaybetmiş bir dünya usûlde neyi denerse denesin başarısız olup insanı mutsuz etmeye devam edecektir. Bu bağlamda eserin pek çok yerinde modern ideoloji ve sistemlerin eleştirisini görmek mümkündür. “Çağın harika ilâcı demokrasi” yazısında bu tür sistemlerin esas olarak görülmesinin itikâdî mânâda kişiyi sıkıntıya sokacağını söyleyen yazar bu sistemlerin esastan yoksun birer araç olduğunu, Batı’nın bunları abartarak pazarladığını, Batı’ya hayran maymunların onu eleştirilemez ve eksiği olmayan bir put haline getirdiğini vurgular. (s.68-72)
*
On iki yazının yer verildiği “Karşı Cepheye Bakış” bölümünde yazar küfür cephesinin bütün cepheleriyle tezden yoksun olduğunu, inkâr ve yok sayma üzerine kurulu, içinde hiçbir fikir kırıntısının bulunmadığı kaba kuvvete dayanan, imanın ak dediğine kara diyen, sürekli ve sadece itiraz eden bir antitez olduğunu, İslâm’ın ilk yıllarından başlayarak zaman tüneli içinde göz önüne sermekte… Âdem’in iki oğlu Habil-kabil ile başlayarak Nuh tufanına, Nemrud’a oradan günümüze Aziz Nesin’e geçerek tez-antitez ikilisini tarih sahnesinde somutlaştırır. İnsanı yaratıcısından koparan, nefsinin esaretinde ömür tükettirip şeytana uşak kılan haz merkezli küresel hedonizm çağında, İslâm’ı toplumdan silmeye çalışanlara Donkişot’tan beter bir abes içindeki olduklarını hatırlatan yazar İslâm’ın toplumdan asla silinemeyeceğini, bir dönem ülkemizde ezanın Türkçeleştirilme çabalarını örnek göstererek anlatır. “Güneş ortadan kaldırılamaz” (s.64-99)
*
“Karşı Cephenin Söylemlerine Göre” bölümünde yer alan yazıların tamamına yakını doksanlı yılların ikinci yarısında kaleme alınmış yazılar. Malûm olduğu üzere o dönem ülkemizde 28 Şubat diye maruf postmodern darbenin yapıldığı yıllar... O yıllarda yazılmış bu yazılarda doğal olarak dönemin tartışma konuları yer almıştır. Başta irtica olmak üzere -ki bu kavram çok kullanışlı, işlevsel bir kavramdır- Kur’ân İslâm’ı, Türkçe İbadet, Ezan, Köktendincilik, Peygamberlik ve Peygamberin misyonu gibi mevzuların yazılara konu edinildiği görülmektedir. Kur’ân İslâm’ının hem isimlendirme hem de muhtevası bakımından yanlış olduğunu, Kur’ân İslâmcılarının temel iddialarının 1500 yıllık sürede “Kurân anlaşılmadı, onu biz anladık” demek olduğunu ve bunun Kur’ân’ın mübîn oluşuyla tezat teşkil ettiğini soru-cevap diyaloğu içinde muknî (ikna edici) bir içerikle izah etmiştir. (s.100-117)
*
Modern çağın insanın fıtratına ters düşen sûnî/yapay değerlerinin esaslı bir şekilde eleştirildiği “Batı” bölümünde yazar, Batının zihin kodlarını, düşünce dünyasını ve oradaki çarpıklıkları dile getirip, Batı’ya kendi hakikatlerini görebilmelerine imkân veren bir ayna vazifesi icra eden dokuz yazısına yer vermiştir. Aylan bebek ve mültecilere olan katı tutumları üzerinden Batı’nın vicdan yoksunluğunu gözler önüne sermiş, göçmenlerin ülkelerini savaşla, terörle nasıl yaşanmaz hale getirdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. (Yazarın Batı hakkındaki satırları her şeyde kusuru Müslümanlarda arayan sakat düşünce yapısına da iyi bir cevap niteliği taşımaktadır. Amerika Irak’ı işgal eder, milyonlarca Müslüman öldürür, suç Iraklı Müslümanlarda… Fransa, Mali’ye girer orada katliam yapar, sömürür, suç Müslümanlarda… ABD, Afganistan’a, Irak’a çöker, oluk oluk kan akıtır, petrolünü çalar, suç yine Müslümanlarda…) Yazar yine Batılı İnsan hakları ve demokrasi gibi süslü kavramların sadece slogan olduğunu, Batı’nın medya sayesinde nasıl canavarlaştığını, medyayla şehvet ve haz insanı ortaya çıkardığını, medya üzerinden toplumları sömürüsünü, ülkemizin batılılaşma serüvenini, Batı’nın dayanaklarından biri olan imaj kavramını net bir şekilde açıklar. Amerika’nın tarihini, kültürsüz ve köksüzlüğünü ve zalimliğini “Amerika, neyin adı” yazısında ele alan yazar Avrupa birliğinin de fikri birlikten ziyade değer erozyonunun paniğinden kaynaklanan ve terör üreten siyasî bir birlik olduğunu ve dünyanın her yerinde sömürgesinin olmasının da bu terörün göstergesi olduğunu belirtmekte. (s.117-141)
*
Yazar, FETÖ ve onun başımıza musallat ettiği kavram, düşünce tarzı ile ilgili yazılarını “İslâm’ı Bilmemekten” bölümünde bir araya getirmiş. Başımıza gelenlerin ana sebebi olarak İslâm’ı bilmemeye ilâve olarak gerçek İslâm kahramanlarını tanımamayı gösterir. “Küfrün hoca kılıklı kuklası” ve “Siyonizmin kargası” şeklinde tarif ettiği mason hizmetkârı sahte dinî liderin ve örgütünün içyüzünün ortaya serildiği yazılarda hakiki velinin özellikleri de ortaya konmuş, mihenk taşlarımız tekrar hatırlatılmış ki toplum bir defa düştüğü gaflete bir daha düşmesin. “Bizim iki mihenk taşımız var: Şeriat ve Tasavvuf.” (s. 142-168)
*
Modernizm, fikrin ve aynı oranda duygunun bulunmadığı bir dünyanın adıdır. Tüketimin, gösterinin/imajın, yapaylığın/sûnîliğin, köksüzlüğün dünyası… Ahiretin yer verilmediği şehvet ve haz merkezli plastik bir hayat… Bunların hangisi insanın fıtratına uygun? Hangisi insanı mutlu edebilir? Hayat dünyadakilerden ibaretse ne kadar az ve anlamsız der zarif şair… Mübareze’nin farkında olunmalı. Taraf net olarak belirlenmeli. Savaşta olduğunu unutanın mübarezeyi kazanma şansı nedir ki! Ali Erdal hocamın eseri bize, bu büyük hakikati hatırlatıyor. Malûm insan nerede ve niçin bulunduğunu çok çabuk unutabiliyor. Çünkü ismiyle müsemma…
Sözün özü, fikir ve düşüncelerinin âyet-i kerîme ve hadislere, İslâm kahramanlarının/Allah dostlarının sözlerine dayanması; her yazının ana fikrinde iman ve fikir manzumesi olan İslâm’ın üstünlüğünün ve çağın tek devâsı oluşunun vurgulanması, yazarının kalbinin İslâm’ın çağıltısı, neşesiyle dolu olmasından başka nasıl izah edilebilir ki… Mü’min bir gönül ve oradan çağlayan hakikat dolu sözcükler, cümleler, fikirler…
İnsanın ‘birey’ sayıldığı, her şeyin ‘madde’ ile ölçüldüğü; yazarın üretici, okurun tüketici, eserin ise tüketim nesnesi olarak algılanmasının istendiği şu postmodern meta çağında; tefekkür kodlarını Kur’ân’dan, hayat modelini Sünnet-i Seniyye’den, muharrik ruhunu Asr-ı Saâdet’ten, ifade gücünü derdinden, yol haritasını gönül iklimindeki muhabbetten, pusulasının doğruluğunu haktan alan mütefekkir Ali Erdal hocamın ‘Mübâraze’ eseri, akıcı, sade ve içten üslûbuyla bizi insan olmanın derin düşünce ikliminde sükûnetle dolaşmaya çağıran kutlu bir ses…