MÜJDELENEN ŞEHRİN MÜTHİŞ FETHİ
İstanbul, stratejik önemi, tabii güzellikleri ve dünyanın merkezi olma özelliğiyle çekiciliğini tarih boyunca muhafaza etmiştir. Bu özelliğinden dolayı İstanbul, yabancı kavimlerin istilâ hırsını üzerine çekmiştir. Bu cümleden olarak, Avar ve Bulgar Türkleri, Sasaniler ve Araplar bu güzel kenti ele geçirmek için müteaddit defalar şehri kuşatmışlardır. Fakat surlarının dayanıklılığı sebebiyle başarılı olamamışlardır.
İstanbul’un fethi Müslümanların başlıca gayelerinden biriydi. Çünkü Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.): “ İstanbul, mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve O’nu fetheden asker ne güzel askerdir.” buyurmuştu. Muhtemelen bu övgüye mazhar olabilmek gayesiyle, Muaviye’nin halifeliği (661-681) esnasında Arap orduları İstanbul’u kuşatmışlardır. Peygamberimizin bayraktarı Ebû Eyyûb el-Ensari de bu kuşatmada bir kumandan olarak görev almış ve bugün türbesinin bulunduğu yerde savaşırken şehit olmuştur.
Araplardan sonra Osmanlı Türkleri de aynı ulvi hedefe yöneldiler. Yıldırım Bayezid, Musa Çelebi ve II. Murat, İstanbul’u altı kere kuşatmışlardır. Ancak, bu muhteşem fetih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur. Büyük zaferlerin derin bir planlama, tetkik, tahkik ve hazırlanma devreleri vardır. Özellikle İstanbul’un Türkler tarafından fethi gibi, bir çağı kapatıp yeni bir çağın açılmasına vasıta olacak haşmetteki büyük hadisenin hem nevi, hem de fiziki açıdan, hem keyfiyet hem de kemiyet noktasından ciddi bir hazırlık dönemi vardır.
Dini ve milli duyguları çok sağlam olan II. Murat, oğlu II. Mehmet’i aynı terbiye içinde yetiştirmiştir. İstanbul’un fethinde Fatih kadar payı olan II. Murat, İstanbul’un fethine iki şekilde katılmıştır. Birinci olarak; Varna ve II. Kosova savaşlarında Haçlı ordularını perişan ederek Bizans’ın Avrupa umutlarını yıkmış ve bir kuşatma anında onların yalnız kalmalarını sağlamıştır. İkinci olarak da; oğlunun dini ve dünyevi ilimlerle teçhizine o kadar önem vermiştir ki, bunun için özel hocalar vazifelendirmiştir. Fatih, şehzadelik devresinde akademik bir çevrede yetişmiş, değerli alimlerden dini ilimler dışında felsefe ve matematik okumuş, Farsça ve Arapçayı ana dili gibi; Latince, Yunanca ve Sırpçayı da yeteri kadar öğrenmiştir; tarih ve coğrafya bilgisiyle desteklenen mükemmel bir askerlik bilgisi edinmiştir. Fatih’in geleceğe hazırlanmasında; Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Hocazâde, Hızır Bey Çelebi, Ali Tûsî, Molla Zeyrek, Sinan Paşa, Molla Lütfı, Fahreddin-i Acemi ve Hoca Hayrettin gibi zevat vazife yapmışlardır. Fatih bu zatların ilim ocağında ve sohbet meclisinde, ilim, hikmet ve irfan pınarından kana kana içmiştir.
Bütün bu hocaların yanında Fatih’e göre hepsinden farklı bir zat daha vardı. Akşemseddin denilen bu zat, onun için sadece bir hoca olmaktan öte bir semboldü. II. Mehmet’te ki cevheri keşfeden Akşemseddin, bütün himmetiyle onu geleceğin fatihi olmaya yöneltmişti. II. Mehmet, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)‘in müjdesine erişmeyi gönül dünyasında beslerken, teknolojide belirli bir seviyeye gelmeden büyük fethe kavuşmanın da mümkün olmadığının şu urunda idi. Bu sebeple bütün fen âlimleri ve teknisyenler gece gündüz İstanbul kuşatmasında kullanılacak araç ve gereçleri hazırlamaya girişmişlerdi. Çünkü Hakk’a tevekkül böyle olurdu. Fatih İstanbul surlarını tahrip edecek ve Bizanslılar‘da panik meydana getirecek cesaretteki topları da Edirne’de döktürmüştür. Bu topların planını ise bizzat II. Mehmet mühendisleriyle beraber çizmişti. Fatih İstanbul kuşatmasını başlatmadan önce, Bizans’ın Hristiyan âlemi ile irtibatını kesmek gerektiğini, derin ve ince görüşü ile anlamıştı. Bunun için, büyük babasının babası Yıldırım Beyazıd’ın Boğaz’ın Anadolu kıyısına yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına Rumeli Hisarını inşa ettirdi. Rumeli Hisarının, kuşatma hazırlıkları sırasında, dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde inşa edilmesi II. Mehmet’in başarılı icraatının başında gelir. Bu arada Anadolu hisarı da bazı ilâve ve tamirlerle tahkim ettirildi. Bu suretle Sultan II. Mehmet biri boğazın Anadolu, diğeri Rumeli sahilinde yükselen bu iki hisar sayesinde, boğazı kapamış, Trabzon’daki Rum İmparatorluğu’nun Bizans’a erzak, silâh ve asker yardımını önlemiştir. Artık büyük fetih için hazırlıklar tamamlanmıştır. İmanda, ilimde, ahlâkta, maneviyatta ve teknolojide Fatih devri Osmanlı yönetimi ve halkı, Bizans’a galip durumdadır. Üstelik Fatih devri Müslümanları, müşterek bir gayede öylesine kenetlenmişlerdi ki, teyid-i İlâhî onlarla beraberdi. Bu iman, maneviyat, ilim, teknik ve dayanışma karşısında Bizans’ın ayakta durma imkânı kalmamıştı. Mesele, bu şartları iyi değerlendirmeye ve bu potansiyeli yerli yerince kullanmaya kalmıştı. II. Mehmet," Avni İlâhi ve imdadı Peygamberi “ ile beldeyi düşmanların elinden alacağız.” diyor ve heyecan ile bu büyük meselenin mesuliyetinin ağırlığı altında sabahlara kadar uyumadığı oluyordu.
Bizans’ta ise devlet erkânı ile halk aynı değer yargıları etrafında bütünleşmiş değillerdi. Aralarında şiddetli ihtilâf ve kavga vardı. Başvekil Lukas Notaras’ın başını çektiği bir grup: “ İstanbul sokaklarında kardinal şapkası görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz...” diyordu. Bu durum Osmanlı için büyük bir avantaj teşkil ediyordu. ” 6 Nisan 1453 günü Fatih, imparator Konstantin’e elçi yollayarak şehrin teslimini istedi. İmparator, bu teklifi kabul etmeyince, Türk topçu bataryaları o gün cuma namazını müteakip, top atışlarına başladılar. Ayrıca 72 adet gemi yağlı kalaslar üzerinde kaydırılarak bir gecede Dolmabahçe sırtlarından Kasımpaşa hizasında Haliç’e indirildi. İlk büyük hücum 18 Nisan 1453’te , vuk’u buldu, ancak sonuç alınamadı. 20 Nisan’da ise şehre erzak getiren yabancı gemilerin girmesine Osmanlı donanmasının engel olamaması orduda büyük üzüntü doğurdu. Türk donanmasının ecnebi gemilerinin şehre girişine engel olamamasını bir türlü hazmedemeyen Fatih’in, olayı seyrettiği yerden büyük bir hiddet içinde denize atını sürdüğü görüldü.
Fatih, 27 Mayıs’ta harp meclisini topladı. Meclis, bütün birliklerin aynı anda iştirak edeceği bir umumî hücum kararı verdi. Bu kararı müteakip genel hücum hazırlıklarına girişildi. Fatih bu esnada kara ve deniz kumandanlarını toplayarak özetle şöyle hitabetti: “ Kumandanlarım! Şu ana kadar gösterdiğiniz değerli fedakârlık ve büyük gayretlerinizden dolayı hepinize teşekkür ederim. Şimdi meclisimizden genel hücum kararı çıkmıştır. Bu genel taarruzda da daha önceki taarruzlarda gösterdiğiniz gayret ve fedakârlığı göstereceğinizi ümit etmekteyim. Şunu bilmelisiniz ki, Allah’ın izni ile İstanbul’u fethetmeden geri dönmeyeceğiz. Bu büyük zaferi muhakkak kazanacağımız; hadislerle müjdelenmiştir. Yakında hücum başlayacak ve netice elde edilmedikçe sulh veya mütareke yapılmayacaktır. Cesur ve kararlı olunuz...” Umumî hücuma 28 mayıs günü gece yarısı başlandı. Mehter sesleri, tekbir ve tehlillerle birbirine karışıp Bizans’ın köhnemiş duvarına çarpıyordu. Toplar, daha önce açılan hedefleri dövüyor, güllerini düşman mevzilerine gönderiyordu. Osmanlı ordusu harikalar meydana getiriyor, binlercesi surların dibinde fedây-ı can edip, Allah yolunda şehâdet şerbetini içerken; diğer binlercesi pervasızca tırmanmaya devam ediyordu. Bu sebatkâr hücum meyvelerini vermekte gecikmedi. Bizans savunmasının başkumandanı Giustiniani ağır bir yara alarak geri çekilmek zorunda kaldı; savunmayı İmparator üstlendi. Bu esnada fethin ayak seslerini duyan Fatih, heyecanlanarak; “ Evlâtlarım, düşman artık dayanamıyor, kaçıyor. Artık şehir elimizdedir. Fakat gevşek davranmayınız. Cesaretle ileri atılınız, kahramanlık gösteriniz, işte şu anda ben de sizinle beraber ölmeğe hazırım." dedi ve atını hızla ileri sürdü. Bu sırada Ulubatlı Hasan adlı küçük rütbeli bir subay, otuz kişilik bir hücum kolu ile surlara tırmandı. Türk bayrağını dikerek şehit düştü, ni’mel-ceyşler (mutlu askerler) arasına katıldı. Bayrak ve sancağın dalgalandığı yer onu tanıyanların, ona gönül verenlerin zaptettiği yerdi. Bu münasebetle artık Türk Askerinin surlara tırmanışını önlemek mümkün değildi. Topkapı-Edirnekapı arasındaki surlardan, önce dış kale zaptedildi. İki sur arasındaki boşluk hızla geçilerek ikinci sur ele geçirildi. Bizans savunması durmuştu. Çünkü İmparator dâhil pek çok Bizans askeri ölmüştü, sağ kalanlar ise şehir içine doğru kaçarak Ayasofya Kilisesine sığınmışlardı. Sonunda 29 Mayıs 1453 Salı günü, Bizans düştü ve muhteşem fetih gerçekleşmiş oldu. Böylece, “Onu fetheden komutan ne güzel komutandır” iltifatına II. Mehmet, "Onu fetheden asker ne güzel askerdir” iltifatına da, onun askerleri nail olmuştur.
Fatih İstanbul’a beyaz bir at üzerinde öğleye doğru girdi. Yanında bilginler, vezirler, paşalar, emirler ve beylerbeyi de vardı. Fatih’in hemen yanında at üzerinde yol alan hocası Akşemseddin aksakalı ve heybetli kavuğu ile âdeta padişahtan daha muhteşem görünüyordu. Bizanslı kızlar, bu heybetli Türk bilginini padişah sanarak, ellerindeki çiçek demetlerini ona uzattılar.
Akşemseddin, muzaffer talebesi, ne ait çiçekleri almak istemeyince Fatih, şöyle dedi:" Veriniz, çiçekleri ona veriniz. Gerçi sultan benim, fakat o benim hocamdır.”
Fatih, Ayasofya’ya girdiğinde korkularından yerlere uzanarak ağlayanlara susmalarını işaret ederek, Patriğe hitaben şöyle dedi: “Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki; bugünden itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” Sonra ordu kumandanlarına dönerek "halka hiçbir fenalık yapılmaması için askere tembih edilmesini ve bunun için gereken tedbirin alınmasını" emretti.
30 Mayıs günü halktan panik içinde şuraya buraya kaçanların evlerine dönebileceklerini; mal, can, ırz, din, mezhep, örf ve âdetleri için hiçbir endişe duymamaları gerektiği hatırlatıldı. Fatih’in bu konularda emniyet getiren fermanları okundu. Fatih Sultan Mehmet aynı gün, Bizans’ın son Başvekili Lukas Notaras’a iâde-i ziyarette bulundu ve hasta eşine, "Geçmiş olsun” dedi. Ayrıca Bizans Ortodoks dünyasının ileri gelenlerinden, halkın sevdiği Connadios’un Patrikliğini tasdik etti ve Protokolde vezir (Mareşal) rütbesine eşit yer verdi. Böylece Müslüman olmayan halklara din ve vicdan hürriyeti ile ticaret serbestisi tanınmış oldu. Din ve vicdan hürriyetini tanımak, zaten öteden beri Müslüman Türklerin bir şiarıydı.
Fetihten sonra, 1 Haziran 1453 Cuma günü, kiliseden camiye çevrilen Ayasofya Caminde ilk cuma namazı kılındı. Bu ilk cumada hutbeyi Fatih adına Akşemseddin okudu. Böylece İstanbul’un ebedî bir Türk-İslâm beldesi olduğu tescil edilmiş oldu. Aynı gün İstanbul’un Osmanlı Devletinin başkenti olmasına da karar verildi. İslâm Tarihinde medeniyetler genellikle, fetihlerden sonra önemli şehir merkezlerinde meydana çıkmıştır. Kutsal fetihleri, büyük şehirlerin kuruluşu, mevcut bir şehir varsa imarı ve bunu da ilim, kültür, düşünce ve sanat alanındaki hamleler takip etmiştir. Türk-İslâm Tarihi’nin büyük fetihlerinden biri olan "İstanbul’un fethi” şöhret ye büyüklüğüne uygun tarzda imar, iskân ve İlmî faaliyetleri gerektiriyordu. Dikkatle incelenirse açıkça görülür ki; Osmanlı cihangirlerinin askerî ve siyasî zaferlerini besleyen kuvvetlerin başında bu hükümdarların fikir ve kültür hayatına verdikleri kıymet yer alır.
Fatih, İstanbul’u yalnız kılıcı ile fethetmekle bırakmamış, kısa zamanda onu, ilim, kültür ve medeniyet merkezi yapma yolunda büyük hamleler gerçekleştirmiştir. Harabe halindeki Flavaryun Kilisesinin yerine Fatih Külliyesini (Üniversitesini) kurmuştur. Böylece ilk İstanbul Üniversitesini kurmak şerefi de Fatih’e nasip olmuştur. Fatih bu üniversiteye gelerek zaman zaman fakültelerde ders dinler; öğrenci sıralarına oturur ve bir öğrenci gibi öğretim elemanına soru sorar, müzakereye katılırdı. Bu durum, gerek öğretim elemanları (Müderrisler) gerekse öğrenciler (Tullâb) arasında büyük hoşnutluk doğurur, büyük heyecan uyandırırdı.
Fatih Sultan Mehmet, meraklı bir okuyucu, iyi bir araştırmacı ve dinleyici olarak tarihteki devlet adamları arasında dikkatleri üzerine çekmiştir. Fatih, ilme ve âlimlere çok önem vermiş, bunun sonucu olarak kendi zamanında İstanbul, şarktan ve garptan gelen âlimlerle dolup taşmıştır. Cevdet paşa, Tarih-i Cevdet adlı meşhur eserinin giriş kısmında şöyle der: “Fatih ilme önem verdiği için memleket, şarktan-garptan gelen ilim adamları ile dolmuş ve İstanbul; o asrın Dâru’l-Fünün’u olmuştu." Tayyarzâde, İstanbul’a gelmesi için büyük âlim Ali Kuşçu’nun davet edilmesini; yolluk olarak kendisine ödenen bin akçeyi, Fatih’in ilme ve âlime önem vermesine bir delil olarak zikreder. Fatih devrinde âlimlerin bir meseleyi çeşitli yönlerden ele alma ve tartışma (mübahase) gayesiyle ilmi toplantılarda bir araya geldikleri bilinmektedir. Bunlardan bazılarında padişah da bizzat bulunurdu. Şunu da belirtmeliyiz ki; ilmi toplantılardan ve tartışmalardan haz duyan bir yöneticinin fikir hürriyetine önem vermesi gayet tabiidir. Gerçekten de bizzat Sultan Fatih’in himayesi altında yapılan ilmi toplantılarda, âlimlerin, araştırmacıların, düşünürlerin görüşleri serbestçe ifade edebildikleri ve hiçbir baskı ve kınama ile karşılaşmadıkları bilinmektedir. Üstelik bu tip toplantılarda padişah çoğu kez dinleyici durumundadır. Fatih, insanlık terbiyesini protokolün üstünde tutarak, hocalarına saygıda kusur etmiyordu. Meselâ Ayasofya Medresesinin ilk müderrisi (öğretim üyesi) Molla Hüsrev’i, cami dahil nerede görürse görsün ayağa kalkar ve onun için: “zamanımızın imamı” derdi. Akşemseddin’in ise Fatih nazarında yeri çok farklıydı. Akşemseddin Fatih için bir hoca olmanın ötesinde bir semboldür. Anlatıldığına göre Fatih, Akşemseddin’i görünce elinde olmadan kalkıp tazim gösterdi. Sebebi sorulduğunda şu ilginç cevabı vermiştin “Benim hocama tazim için hemen davranmamam kabil değil. Diğer insanlar gelip benimle musafaha ettiklerinde onların elleri titrer, Akşemseddin’le musafaha edince benim elim titrer.” Bu sebeple Fatih, tarih boyunca öğretmenlere ve öğretmenlik (hocalık) mesleğine hükümdar seviyesinde en büyük değeri veren sayılı devlet başkanları arasında yerini almıştır. Ülke fethetmekten gönül fethetmeyi üstün tutmuştur. Teşrîfat’ta hocalarını yanında oturtur, onların elini öper ve onlar geldiğinde ayağa kalkarak karşılardı. Hocalarının sadece “Mehmet” diye hitabından çok memnun olurdu. Bunu, Nihat Sami Banarlı merhum şu cümleleriyle belirtir: "Büyük mücahitliği karşısında kılıcına hükümdarların boyun eğdiği Fatih, ancak bir âlimin elini öpmek için eğilirdi ve cihangirlik gayreti Fatih adıyla kanaat etmezken; hocasının kendisini yalnız Mehmet (!) diye çağırmasını isterdi. Fatih İstanbul’u fethederken, dünya tarihinde bir devri kapıyor, yeni bir devri açıyor ve biz torunlarına da ebede kadar Türk-Müslüman yurdu kalacak bu güzel beldeyi miras bırakıyordu. İstanbul’un fethi siyasî yönden ve neticeleri bakımından dünya tarihine katî ve silinmez damgasını vurmuş, büyük Türk zaferidir. Türk beldesi olarak İstanbul, bu kutlu fethin bizlere hediyesidir. İstanbul’un Türkler tarafından fethi; Doğu’nun Batı’ya açılması, dini hürriyetin dünya gündemine gelmesi, zulüm, haksızlık ve bağnazlığın son bulması, hak sahibinin hakkını alabilmesi, adaletin hâkim kılınması için bir vesile olmuştur.
İstanbul’un fatihi büyük Türk Sultanı Fatih Sultan Mehmet’e, onun kahraman ordusunun aziz gazi ve şehitlerine Yüce Allah’tan rahmetler dilerken yazımı, bir beyit ile noktalamak istiyorum. “Endamını sarmakta ipek tüllü karanlık; Türk’ün güzel İstanbul’u, mesut uyu artık.”
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi