Aile, insanoğlunun; içinde doğduğu, büyüdüğü, ilk eğitimini aldığı en küçük sosyal topluluktur. Yeryüzüne ilk insanın ayak basmasından itibaren aile kurumu da oluşmuştur. Bazı sosyologların iddia ettiği gibi ilk aile, içgüdüsel ve rastlantı sonucu oluşmuş değil; tersine Yüce Allah’ın iradesiyle ilk insan, bir aileye sahip olarak yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde yaşayan insanların atası olan Hz. Âdem’in (a.s.) bir eşe sahip olduğunu ve ikisinin bir aile yuvası kurduğunu haber vermektedir. (Bakara, 2/35; Maide, 5/27; Araf, 7/19, 23; Taha, 20/117–119.)
Bireyin mutluluğunu temin eden, toplumla birey arasını bağlayan ve onu topluma kazandıran ailenin kurumsal önemini şu ayet-i kerime çok beliğ bir tarzda ortaya koymaktadır: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21.) Öyleyse aile, öncelikle insanın huzur bulacağı bir yuvadır. Beden ve ruh sağlığı için huzurun vazgeçilmez işlevi hatırlanınca, bu yuvanın insan için nasıl bir önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Bunun yanında aile, insanca yaşamanın ortamını hazırlamaktadır. Yaratılışı itibarıyla yalnız başına yaşayamayan insan, aile ortamının sıcaklığında terbiye edilmekte, hemcinsleriyle ilişki kurabilmekte ve şahsiyetini kazanmaktadır.
İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim’e ve Resulüllah’ın tatbikatına baktığımızda, aileye kurumsal varlık kazandırmanın ve onun üzerine titremenin asli bir görev olduğunu görürüz. Zaten ilk insanın dünyadaki serüvenine ailesiyle başlamış olması, bu kurumun onun doğasında/fıtratında yer tuttuğunu gösterir. Diğer taraftan; “Sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Nur, 24/32.) ayeti, aileyi oluşturmayı bir toplumsal görev olarak Müslümanlara yüklemektedir.
Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Ey gençler! Evlilik yükümlülüğüne gücü yetenleriniz hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve ırzı harama karşı daha fazla korur...” (Buhari, Nikâh, 2.) ile “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir...” (Buhari, Nikâh, 1.) sözleriyle, evlenerek aile kurmanın önemini vurgulamaktadır. Allah Resulü (s.a.s.) veda hutbesinde erkeklere hitaben “Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Siz onları, Allah’ın bir emaneti olarak aldınız ve onlarla beraberlik, Allah’ın kelimesi (nikâh) ile size helal oldu...” (Müslim, Hac, 147.) buyurmuştu. Onun bu mübarek sözleri, ailenin emanet duygusu ve iffet erdemi gibi nitelikler üzerine kurulduğunu göstermektedir. Bu iki olgu da zaten ailenin gerek bireysel gerek toplumsal öneminin temel taşıdır.
İslam’ın aile anlayışına baktığımızda, kurum olarak ailenin üzerine bina edildiği temel bir ruhun öne çıkarıldığını görürüz. Bu ruh, “huzur, sevgi ve rahmet”tir. İnsanı yaratan ve her an onunla olan Yüce Yaratıcı, Kur’an’da bu gerçeği şu cümleyle belirtiyor: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21.)
Öyleyse bir Müslüman ailenin en temel özelliği, o ailenin bir huzur yuvası ve bir sevgi-rahmet pınarı olmasıdır. Bu ailede anne ile baba birbirleri dolayısıyla huzura kavuşurlar; çocuklar bu huzurlu havada dünyayı tanırlar ve hep beraber karşılıklı sevgi-rahmet vasatında şahsiyet kazanırlar.
Müslüman ailede anne-baba, üzerlerine âdeta titrenilen değerlerdir. Onlara üzüntü verilmemeye çalışılır. Meşru çerçevedeki arzu ve istekleri derhal yerine getirilir, incitmemeye azami gayret gösterilir. Bu o kadar önemli bir İslami hassasiyettir ki Kur’an, tevhit gerçekliğinin yanında hemen ana-baba haklarına, bir başka ifadeyle kişinin anne-babasına karşı taşıdığı sorumluluğa işaret etmiştir: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ’öf!’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.’” (İsra, 17/23-24.) “(Ey Muhammed!) De ki: ‘Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız…’” (Enam, 6/151.)
Az önce “ana-babanın her isteği yerine getirilir” derken, bunu “meşru çerçevede” şartıyla kayıtlamıştık. İşte Kur’an bu meşru çerçeveyi en genel biçimde “İslami değerler ve hükümler” olarak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez.’” (Tevbe, 9/24.) Öyleyse Allah ve Elçisi’nin düzenlemelerine ve bu uğurda cihat etmeye ters düşen ebeveyn istekleri Müslümanı bağlamayacaktır. Konuyla ilgili bir başka ayette de şu buyruk yer almaktadır: “Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.” (Lokman, 31/15.) Her iki ayet, aslında ailenin gerek kendi iç hayatını, gerekse dış ilişkilerini, yani toplumsal ilişkilerini İslami değer ve hükümlere göre düzenlemesini öngörmektedir. Bu da şu demektir: İslam ailesi, Allah ve Resulü’nün istediği gibi yaşayan bir ailedir.
Müslüman ailede çocuklar Allah’ın bir emaneti olarak değer taşır. Çocuğu bahşeden de onun cinsiyetini belirleyen de Yüce Yaratıcı’dır ve O, ana-babadan bu yavrunun iyi yetiştirilmesini istemektedir: “Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir. Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir.” (Şura, 42/49-50.) Ailenin moral gücü, neşesi ve hayat kaynağı olan çocuklar, aslında dünyada girilen en büyük sınavın da konusudur. Çocuklara verilen terbiye, onlara kazandırılan kimlik, ana-babanın ahiretteki başarılarının en büyük belirleyicilerindendir.
İşte Müslüman aile bu bilinçle yavrusunu eğitir, onu İslam şahsiyetinin canlı bir örneği yapmaya çalışır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), “Bir babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, iyi bir isimle güzel bir terbiyedir.” (İbnü’l-Esîr, Câmi’u’l-Usûl, 1/416; bkz. Tirmizi, Bir, 33.) buyruğu da aynı tespite vurgu yapmaktadır.
Müslüman ailenin bir diğer özelliği, bu yuvaya mensup herkesin üzerine düşen görevleri bir ibadet vecdiyle yerine getirmesidir. İbadet vecdi diyoruz, çünkü aile bireylerinin görevleri, kısmen Kur’an-ı Kerim’de, büyük ölçüde Peygamber sünnetinde dinîbir muhteva ile duyurulmuş ve bu konuda Müslümanlar uyarılmıştır. Nisa suresinde yer alan bir ayet-i kerime söz konusu görevleri en genel çerçevesiyle belirlemektedir: (Nisa, 4/34.)
Hz. Peygamber’in meşhur “Hepiniz çobansınız.” hadisi de bu bağlamda hatırlanmalıdır: “Sizden her biriniz birer çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet yöneticisi bir çobandır ve yönettiği kişilerden sorumludur. Evin erkeği bir çobandır ve aile bireylerinden sorumludur. Evin hanımı, kocasının evi içinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve bunun yönetiminden sorumludur.” (Buhari, Cumu’a, 11; Müslim, İmâra, 20.) Bir başka sözünde “Sizin en hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olandır. Ben de aileme karşı hayırlıyım.” (Tirmizi, “Menâkıb, 63.) şeklinde konuşan sevgili Peygamberimiz hem ahlaki ve hukuki, hem cinsel ve bedenî hem de medeni gereklerin topluca yerine getirilmesini, “hayırlı olmak” gibi bir vasıfla nitelendirmiştir.
Eşlerin arasında zaman zaman baş gösterebilecek kırgınlıklar, hem bu görevlerin ihmaline hem de aile yuvasının dağılmasına bir sebep teşkil edemez: “…Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur.” (Nisa, 4/19.) Aile dışında kalan insanlara, kısaca topluma yönelik görev ve sorumluluklara duyarlı olmak, Müslüman ailenin bir diğer temel niteliğini oluşturmaktadır. Nasıl Müslüman birey sadece kendisini düşünen bencil bir varlık değilse, Müslüman aile de kendi topluluğu dışında diğer topluluklara karşı belli bir ahlaki-hukuki sorumluluk altında olduğunu bilir.
Bir Müslüman ailenin, kendi dışında sorumluluk taşıdığı ilk grup, akrabalardır. Gerek anne gerek baba tarafından aynı sülale içinde bulunan insanlar, yekdiğerinin sevincine ve üzüntüsüne ortak olmak durumundadırlar. “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90.) buyruğuyla Yüce Allah bu noktanın altını çizmektedir. Sılayırahim dediğimiz akrabalık bağlarının muhafaza edilmesi, Kur’an-ı Kerim’de iyi bir Müslümanın vazgeçilmez vasfı olarak nitelenirken, tersine bu bağa riayet etmeyip akraba sorumluluğunu göz ardı edenler “hüsrana uğrayanlar”, “yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, lanetlenip cehenneme gidenler” olarak nitelendirilmiştir. Şu ayet-i kerimeleri okuyan akıllı ve bilinçli bir Müslüman, tercihini herhâlde birinciler yönünde kullanacaktır: “Onlar, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır.” (Rad, 13/21.) “Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlaki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/27.) “Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır.” (Rad, 13/25.)
Müslüman ailenin topluma karşı sorumluluğu elbette yakın akraba ile sınırlı değildir. Nisa suresindeki şu ayet söz konusu sorumluluğun çerçevesine komşuları, yetimleri, yoksulları, dostları vb. kimseleri de dâhil etmektedir: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36; Bakara, 2/177.)
Müslüman ailenin özellikle günümüzde göz ardı edemeyeceğimiz bir temel niteliği de ilim, kültür ve sanat bakımından sürekli kendisini geliştirmek olmalıdır. Bu son husus, bir taraftan dünyanın imar edilmesi için gerekliyken, diğer taraftan Müslümanların dünyanın geri kalmış toplumları olmaktan kurtulması için önemlidir. Zaten beşikten mezara kadar bilgi ve kültür peşinde koşmayı bir erdem olarak sunan Peygamber’e (s.a.s.), ilim nasipleri kıt aileler, ümmet olarak yaraşmaz. Müslüman aile, Hz. Ali’nin (r.a.) tavsiyesine uyarak çocuklarını yarının bilgi ve tekniğiyle donatmalıdır. Böyle olduğu zaman toplum nitelikli, Müslümanlar başı dik hâle gelirler.
Ana hatlarıyla çizdiğimiz işte bu Müslüman aile modeli üzerine şekillenen toplumlar, ahlaki değerlerin alabildiğince tahrip edildiği günümüzde, insanlığın devamı için bir şanstır.
Daha insanca bir hayat, daha huzurlu bir dünya umudu taşıyanlara düşen görev ise anılan bu niteliklerin kendi ailesinde hangi oranda bulunduğunu sorgulamaktır...
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi
FETVALAR BÖLÜMÜ
1-Sun’î tohumlama yoluyla üretilen hayvanların kurban olarak kesilmesinde bir sakınca var mıdır?
Hayvan neslini ıslah etmek ve verimini artırmak amacıyla, bir hayvana kendi cinsi olan başka bir hayvandan sun’î tohumlama yapılmasında dinen bir sakınca olmadığı gibi, bu yolla üretilen bir hayvanın kurban edilmesinde de sakınca yoktur.
2-Borçlunun kurban kesmesi gerekir mi?
Kurban, zorunlu ihtiyaçları ve borçları dışında belirli (nisap) miktarda mala sahip olan kişiye vaciptir. Hz. Peygamber (s.a.s.) imkan bulduğu halde kurban kesmeyenlerle ilgili ağır ifadeler taşıyan hadisiyle (İbn Mâce, Edâhî, 2), bir taraftan kurban ibadetinin imkan bulmaya, güç yetirmeye bağlı olduğunu ifade ederken, bir yandan da güç yetirenin kurban kesmesinin gerektiğine işaret etmektedir. Buna göre kurban ibadetiyle yükümlü olabilmek için belli bir malî imkâna sahip olmak gerekir ki, bunun ölçüsü de, ister nâmi (artıcı) olsun isterse nâmi olmasın, üzerinden bir yıl geçmiş olsun ya da olmasın, temel ihtiyaçları ve borçlarından başka, nisap miktarı mala sahip olmaktır. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80. 18 gr. altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir ve kurban keser (Mevsılî, İhtiyâr, İstanbul, V, 723). Kişinin malı olmakla birlikte borçlu da olsa ve borcu ile asli ihtiyaçları çıktıktan sonra nisap miktarı malı kalsa o kişi kurban keser. Fakat temel ihtiyaçları ve borçları için ayıracağı para haricinde bu kadar bir mala sahip olmayan kişinin kurban kesmesi gerekmez.
3-Kulağı kesik veya delinmiş hayvanlar kurban olur mu?
Bir hayvanın kurban edilebilmesi için, o hayvanda insanlar arasında kusur sayılan ayıplardan birinin bulunmaması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), kurbanlıkların göz ve kulaklarının sağlam olmasına dikkat edilmesini istemiştir (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 6). Buna göre, kulağının yarıdan fazlası kesik olan hayvan, kurban olmaya elverişli değildir. Hayvanın bir kulağının delik veya yırtılmış olması durumunda; eğer delikler ve yırtıklar kulağın yarıdan fazlasını teşkil ediyorsa, böyle bir hayvan kurban edilemez. Bu ölçüye varmayan kesikler, delikler ve yırtıklar ise hayvanın kurban olmasına engel değildir (Merğinânî, el-Hidâye, Beyrut, IV, 354-355; İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtâr, Riyad, 1423/2003, IX, 468-469).
4-Gebe hayvanın kurban edilmesi caiz midir? Kurbanlık hayvanın kurban edilmeden önce doğurması durumunda ne yapılmalıdır?
Karnında yavrusu bulunan hayvanların kurban olarak da etlik olarak da kesilmesi uygun değildir. Ancak kesilmesi durumunda da kurban ibadeti yerine gelmiş olur. Kurban edilmek üzere belirlenen gebe bir hayvan kurban edilmeden yavrulayacak olursa, o da annesiyle birlikte kesilir, fakat sahibi etini yemez, yoksullara verir. Yerse kıymetini sadaka olarak vermelidir. Kesilmezse yavrunun kendisi ya da değeri fakirlere sadaka olarak verilir (İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtâr, Mısır 1966, VI, 322-323).
Yavru anne rahminde iken anne kesilirse, bu yavrunun etinin yenilip yenilmeyeceği konusu fukaha arasında ihtilaflıdır. Bu ceninin ister kılları çıkmış olsun ister olmasın, İmam Ebû Hanîfe’ye göre yenilmez, İmam Şâfiî, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre yaratılışı tamamlanmışsa yenilir (Merğinânî, el-Hidâye, IV, 67).
Kaynak: Dib Yayınları Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi