NASRETTİN HOCA

AİLE KÖŞESİ

Medeniyet tarihimiz, tam anlamıyla bir “şahsiyetler galerisi”dir. Bu galeri içindeki onlarca büyük insan yaşadıkları zamana ışık tutmuş, her biri farklı özellikleriyle birer toplumsal önder olarak hem kendi insanına hem de bütün insanlığa faydalı olmuşlardır. Böylesi insanlardan bugün için de yararlanmak, önemli bir meseledir. Durum böyle olmasına rağmen bu tür şahsiyetleri sahih bir biçimde anlama ve anlatma noktasında ortada ciddî sıkıntılar var. Herkes, kendine göre bir tanımlama yapıyor. Bunlar nasıl insanlardır? Hangi düşünce ikliminin ürünleridir? Gibi sorular birden fazla cevabı olan sorulara dönüşüyor. Bu da ciddî bir kafa karışıklığına ve kültürel yozlaşmaya sebep oluyor. Bu tür isimlerden biri de Nasreddin Hoca’dır. Daha isminden başlayan bir gerçeklik var. Sözü edilen kişi, adı üzerinde “hoca”dır. Yani dinî ilimler konusunda eğitim görmüş, akabinde bu sahada imam, vaiz ve kadı olarak görev yapmış, toplumsal hizmetini bu surette gerçekleştirmiş bir kişidir. Durum böyle olmasına rağmen biz, onu hâlâ “komik bir adam” olarak görme ve gösterme eğilimindeyiz. Çok derin dinî ve felsefî bilgi ve hikmetin ürünü olan fıkralarını bir “gülme ve eğlence” aracı olarak değerlendiriyoruz. Ya da kimileri ısrarla onu böyle anlamamızı istiyorlar.

Nasreddin Hoca, böyle bir insan değildir elbette… Bunu anlamak için taşıdığı “hoca” sıfatına dikkat etmek bile tek başına yetecektir aslında. Din görevlileri, tarih boyunca toplumun örnek ve önder kişileridir. Cemaatine ve halka dinî aydınlanma konusunda ışık tutarlar. Onların dünyevî ve uhrevî her türlü meseleleriyle ilgilenirler. Nasreddin Hoca da böyle biri… Onu meslektaşlarından ayırıp bugüne getiren özelliği ise “tebliğ ve irşad” faaliyetlerinde “mizah”ı bir vasıta olarak kullanmasıdır. Çoğu kimse için mizah ve din kavramlarını birlikte düşünmek sanki mümkün değildir. Oysa tebessümü bir sadaka olarak gören bir dinin mensuplarıyız. Güleryüz, dinen çokça övülen ve tavsiye edilen bir özelliktir. Nitekim başta Hz. Peygamber olmak üzere İslâm tarihi boyunca mizaha sıcak bakıldığını gösteren sayısız örnek vardır.

Zengin- Türk kültürünün renkli bir siması olan Nasrettin Hoca, XIII. asır Anadolu’sunda yaşamış ve zarif nükteleriyle ölümsüzleşmiş bir halk filozofudur. Nasrettin Hoca adına her yıl, 5-10 Temmuz tarihleri arasında Konya’nın Akşehir ilçesinde festival düzenlenmekte ve uluslararası karikatür yarışmaları yapılmaktadır. Hoca’nın doğumu, hayatı ve ölümü hakkında kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar kazasına bağlı Hortu köyünde doğduğu ve 1284’de Akşehir’de öldüğü önemli kayıtlarla belirtilmektedir. Babası köyün imamıdır. Hoca ilk olarak babasından, daha sonra da devrin tanınmış alimlerinden dersler almış ve Konya medreselerinde okumuştur. Akşehir ve Sivrihisar’da kadılık, muallimlik (öğretmenlik) ve imamlık yapmıştır.

Nasreddin Hoca, 1284 yılında vefat edene kadar Akşehir’de aslî mesleğini sürdürmüş, yani camilerde imamlık, vaizlik yapmıştır. Kadılık, müderrislik de yaptığını bildiğimiz Hoca’nın bir din adamı olarak portresi son derece ilginç özellikler taşır. Her şeyden önce her türlü soruya açıktır. Cemaatinin bu manadaki müşküllerine dine ve akla uygun cevaplar verir. Daha da önemlisi, muhataplarının anlayacağı bir dil ve üslûp kullanır. Meselâ şu fıkra bunun bir örneğidir: Bir köylünün keçisi uyuz olur. Adam, Hoca’ya gelip okuyup üflemesini ister. Hoca’nın cevabı şöyle olur: “Tamam… Okuyayım ama sen ona biraz da kara katran sürüver...” Bu tavırla hem o köylüye işin doğrusu anlatılmış olur hem de bu yumuşak üslûpla kalbinin kırılması önlenir.

Hoca’nın benzeri fıkralarda insanları din adına istismar edenlere karşı da bir eleştirel tavrı sözkonusudur. Benzer durumların bugün için bile sözkonusu olduğu düşünülecek olursa, Nasreddin Hoca’nın din adamı olarak tavrının ne kadar önemli olduğu anlaşılır.

Hoca’nın Timur’la aynı çağda yaşadığı rivayeti ise tamamen asılsızdır. Bu durum Evliya Çelebi’nin bir hatasından kaynaklanmaktadır. Ama ne var ki, Türk halkı Hoca’yı sonsuz bir samimiyetle benimsemiş ve kendi düzenlediği pek çok fıkrayı da Hoca’ya mal etmiştir. Ankara savaşında Timur Yıldırım Beyazid’i yenince, bu yenilgiyi bir türlü içine sindiremeyen Anadolu Türk halkı, Hocayla Timur arasında hayali karşılaşmalar ve sohbetler kurdurup, Hoca’nın ağzından Timur’u, hicvederek ondan intikam almak istemiş olabilir. Bu duruma misal vermek gerekirse: Timur sorar "Hoca efendi Abbasi halifelerinin isimleri Mütevekkil el-Alellah, Kaim biEmrillah gibi hep sonları Allah’lı bitiyor. Acaba ben o devirde yaşasaydım bana ne derlerdi?" Fırsat o fırsattır. Hoca hiciv bombasını patlatır: "Eğer sen o devirde yaşasaydın sana (bu zalim adamın şerrinden Allah’a sığınırım anlamında) Neuzu billah derlerdi.” diyen Nasrettin Hoca bu şekilde, bütün haksızlık ve adaletsizliklere karşı halkın haklı öfkesine tercüman olmaktadır.

Hoca çok zeki ve kültürlü bir insandır. 0, zarif nükteleriyle her devirde halk arasında popüler bir konumda olmuştur. Onun sözleri ve davranışları yüzyıllar boyu nesilden nesile aktarılarak, Hoca’nın gerçek hayatı da efsaneleşmiştir. Hayatı boyunca geçim sıkıntısı çeken Hoca’nın iki katlı bir evi, huysuz bir karısı, bir oğlu bir de kızı vardır. Hoca yatakta karısına: "Biraz öte git" demesi üzerine, kilometrelerce gittikten sonra haber salıp: "Söyleyin Hoca’ya daha ileri gideyim mi?" diyen hanımının bu davranışına bakılırsa, Hoca’nın ayrılmaz bir parçası olan eşeğinden belki daha inatçı bir eşi olduğu anlaşılabilir. Hoca, hikayeleriyle toplumun aksayan yönlerini dile getirir. Bir gün Hoca’nın komşusu, vade ile ödenmek şartıyla borç para ister. Fukaralığı cümle alemce bilinen Hoca’nın cevabı şu olur: “Komşum benden hem vade, hem para isteme. Ben sana istediğin kadar vade vereyim, parayı da başkasından al. Başka bir defasında da eşeğini ödünç isteyen komşusuna: "Eşeğe sorayım razı olursa vereyim." der. Ahıra gidip dönen Hoca: "Eşeğe sordum razı olmadı. Beni başkasına verirsen hem beni döver, hem sana laf söyler dedi” der. Hoca günlük hayatta menfaate dayanan uygulamaları, ikiyüzlülük, hilekârlık ve aksaklıkları, dile getirdiği fıkralarla bol bol iğneler. Anadolu Türk halkının mizah anlayışıyla, Hoca’nın mizah anlayışını birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Hoca, orta çağ mizahının ortak özelliği olan, tek kişinin tek kişiyi alaya alma anlayışını yıkarak, hikayelerden teşekkül etmiş güçlü bir cemiyet mizahı meydana getirmiştir. Dolayısıyla bugüne kadar gelen süreç içerisinde, toplumun sorunlarını ve sıkıntılarını fıkralarının gerçekçi aynasından yansıtmıştır. Bu mizah anlayışı Türk toplumuyla da sınırlı kalmayarak, diğer toplumlarla da alakalı olduğundan doğudan batıya, kuzeyden güneye kadar, yaygınlaşmıştır. Öte yandan Hoca’nın yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusu, Alaaddin Keykubat devri dışında çalkantı ve huzursuzluklar içinde geçmiştir. Haçlı seferleri, Moğol istilası ve Anadolu Türk birliğinin parçalanması sonucu meydana gelen inhitat devrinde ve yoksulluk dönemde, Hoca da güçlü bir kara mizah boyutu görülür. Bir gün Hoca açlıktan bunalmıştır. Ekmekçiye sorar: “Bu ekmeklerin hepsi senin mi?" Ekmekçi de: “Evet” deyince bu defa Hoca çıkışır: “Be adam bu ekmeklerin hepsi madem senin ne duruyorsun yesene.”

Pek bir ilgisi olmadığı halde birçok hikaye Hoca’ya mal edildiği gibi, Batı’dan Hoca’ya, Hoca’ da Batı’ya geçmiş yeler de vardır. Ancak Hoca’nın hikayelerinin kendine özgü tarafları vardır. Eğer bir hikayede içki, sarhoşluk ve iffetsizlik varsa biliniz ki bu Hoca’ya ait değildir. Yine bir hikayede Hoca, mal mülk sahibi, hasis, çevik bir delikanlı, dik başlı, dediğini yaptıran bir tip, bir paşa ya da büyük bir adam emrinde gösteriliyorsa, bu da Hoca’nın hikayesi değildir. Ayrıca bir hikaye uzunsa, o da Hoca’ya ait değildir. Zira Hoca’nın hikayelerinin en belirgin özelliği, özdeyiş gibi kısa olması, ifade etmek istediği anlamının ise çok geniş olmasıdır. Hoca, misafir kaldığı handa tavandan çatırtılı sesler geldiğini söyleyince hancı: “Sen hocasın, bilirsin ki bütün eşya Allah’ın adını zikreder, duyduğun ses de binanın Allah’ı zikretmesidir." der. Hoca: “İşte ben de bu eski bina, Allah’ı zikrederken birdenbire coşar da secdeye kapanır diye korkuyorum." der. Hoca’nın fıkraları bir yandan insanı kahkahalara boğup güldürürken, öte yandan da acı acı ve derin derin düşündürecek bir keyfiyettedirler. Ancak gülme öğesi, yergi tarzında yıkıcı ve kırıcı değil, hoşa gidici ve yapıcıdır. Asalak geçinmeyi alışkanlık haline getiren birisi Hoca’ya çok sık gelir ve Tanrı misafiri olduğunu söyleyerek yardım istermiş. Nihayet Hoca, bu adamı kapıda karşılayarak camiye götürür ve ona şöyle den "Madem ki Tanrı misafirisin, işte cami Tanrı’nın evidir. Burada misafir ol.” Yine bir gün Hoca vazetmek için kürsüye çıkar. Cemaate: "Bugün için vaazda söylenecek bir konu hatırıma gelmiyor.” diye yakınır. O zaman oğlu: “Baba kürsüden inmekte mi hatırına gelmiyor?” diye sorar ve bununla toplumda önemli görev ve sorumluluk yüklenen insanların başarısız duruma düşünce kendiliklerinden çekilmeleri gerektiği belirtilir.

Hoca’nın bir özelliği de; zor bir durumda kaldığı zaman mantık ve tabiat kurallarını yok sayarak bu güç durumdan kurtulmak için kıvrak zekasını kullanmasıdır. Nasrettin Hoca’dan ödünç olarak eşeğini isterler. Hoca vermek istemediği için: “Eşek burada değil” der. Lâkin garip bir tesadüfle eşek anırmaya başlar. Eşeği isteyenler: “Eşek burada ya” deyince, Hoca durumu: “Yahu ak sakalımla bana değil de, eşeğe mi inanıyorsunuz. Yazıklar olsun size” cevabı ile kurtarır. Bir defasında da Hoca talebeleri ile hamama gider. Öğrenciler Hoca’ya “Kim bizim gibi yumurtlayamazsa, hamam paralarını o ödeyecek, derler ve önceden hazırladıkları birer yumurtayı gösterirler. Nasrettin Hoca da sesinin olanca gücüyle, Kukuriko diye bağırıp: “Bu kadar tavuğa elbette ki bir horoz gerekir." diyerek bu müşkül durumdan kurtulur.

Hoca’nın hikayeleri, Anadolu’da Moğol işgalinden yakınan halkın zor durumuna da tercümanlık eder. Dolayısıyla sosyal yergi niteliği taşıyan fıkraları da hayli fazladır. Moğol askerleri nişan alarak ok atmak için çuval getirmeye üşenip, oradan geçen Hoca’yı hedef yerine koyup kavuğuna ok atmaya başlarlar. Bereket versin bütün oklar yanılmadan Hoca’nın kavuğuna saplanmıştır. Bunu gören komutan: “Hocanın kavuğu parçalanmıştır, yeni bir kavuk alın.” der. Hoca: “Aman ne olur emir buyurun bana bir de pantolon alsınlar." deyince şaşıran komutan, "Biz senin pantolonuna zarar vermedik ki.” cevabı üzerine Hoca: "Doğru siz zarar vermediniz, ama ben biliyorum ki pantolon artık giyilemez bir durumdadır." Der.

Hikayelerinden anladığımıza göre Hoca, hayatın yoksulluklarını güler yüzle karşılayan, bunun yanında zaman zaman kaderden yakman ve insanların bencilliklerini taşlayan bir tarzı vardır. Bir yolculuk esnasında heybesini kaybeder. Konuk olduğu köylülere “Heybemi bulun, yoksa ben yapacağımı bilirim.’’ der. Hoca’nın heybesi aranır ve bulunur. Lâkin köylünün birisi-. "Hocam heybeyi bulmasak ne yapacaktın?" diye sorması üzerine Hoca: “Ne yapacağım. Evdeki eski kilimi kesip heybe yapacaktım.” der. Biz toplum olarak genç-ihtiyar, çoluk-çocuk asırlarca Hoca’yı başımıza taç edinmişiz ve sonsuz bir sevgiyle saygı duymuşuzdur. Bu durum Nasrettin Hoca’yı ölümsüzleştirmiştir. Hoca’nın mizahı söz oyunu şeklindeki güldürme aracı olmayıp, içinde yaşadığı toplumun derdine ortak olan ve onun sorunlarını dile getiren bir gülmece şeklidir. Hoşgörüyü temel alan Nasrettin Hoca, fıkralarında çirkinliğe ve kabalığa yer vermeden, şaka ve nükteleri kimseyi rahatsız etmediği gibi, yapıcı öğütleri temel teşkil eder. Ağızdan ağıza sürüp gelen bu fıkralar, XIX. yüzyıldan itibaren bazı yazmalara geçmiş ve hikaye sayıları da artmıştır. Bugün için bu sayının beş yüze yaklaştığını söyleyebiliriz. Hoca’nın adı zaman zaman bazı dergilere isim de olmuştur.

Zengin kültürümüzün önemli ve renkli bir şahsiyeti olan Nasrettin Hoca, ibretli ve hikmetli hikayeleriyle gönüllerde hep yaşayacak ve bizim kültürümüze olduğu kadar, evrensel kültüre de ışık tutacaktır.

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                                   Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Adalar Müftülüğü Vaizesi

 

FETVALAR BÖLÜMÜ

1-Eşinin kabrine defnedilmeyi vasiyet eden kişinin bu vasiyetini yerine getirmek gerekir mi?

Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak haline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni caiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak haline geldikten sonra ise, aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir. Bu cenazelerin karı-koca veya akraba olup olmaması şart değildir. Daha önce konulan cesedin çürüdüğü zannıyla açılan kabirde eğer çürümemiş bazı kemikler vb. şeyler bulunuyorsa bu takdirde bunlar bir kenara çekilip araya topraktan bir set yapmak suretiyle ikinci cenaze defnedilebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire, 1951, I, 96-97).

Ayrıca herhangi bir yere gömülmesini vasiyet eden bir kimsenin vasiyetine uyulması gerekmez. Fakat uyulmasında da bir sakınca yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l- muhtâr, İstanbul, 1984, VI, 648).

2-Bağ-kurdan alınan maaş miras sayılır mı?

Terike, ölünün geride bıraktığı ve üzerinde başkasının hakkı bulunmayan mallardır (İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, VI, 759). Dolayısıyla mal kapsamında olmayan hak ve menfaatler terike dışı kabul edilmiştir. Kişinin görevi ile ilgili şahsa bağlı hakkı olan maaşı miras kapsamına girmediğinden, bundan, ölen kişinin varisleri yararlanamaz. Emekli maaşı alma hakkı kanunen kime tanınmışsa bu onun hakkıdır. Bu konuda yürürlükteki mevzuat hükümlerine göre hareket etmek gerekir.

 3-Yatalak bir insan, çocuğuna, kendi yerine haccetmesini vasiyet etse ve ölse, hac için bıraktığı parayı kardeşler miras olarak paylaşabilirler mi? Yoksa bekletilip hac görevi yerine mi getirilmelidir?

Yerine hac yapılmasını vasiyet eden kişinin bu vasiyeti ölümünden sonra yerine getirilir. Bu amaçla ayırdığı/bıraktığı para terikeye dâhil edilerek mirasçılar arasında bölüşülemez.

Bu kişi kendi yerine hacca gitmesi için çocuklarından birisine vekâlet verse, aynı şekilde vekâlet verdiği çocuk bu ibadeti baba hayatta iken yapamamışsa ölümünden sonra bu iş için ayrılan para ile yapar.

4- Başkasına evlatlık olarak verilen kişinin öz babasından miras hakkı var mıdır?

Dinimizde, evlât edilenin aslî nesebinin zayi edildiği, evlât edinenlerin nesebine kaydedildiği, hukukî bir takım sonuçlar doğuran evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (Ahzâb 33/4-5; İbn Mâce, Hudûd, 36). Bununla beraber kimsesiz çocukların evlâtlık adı altında ve hiçbir hukukî sonuç doğurmaksızın hayırsever kimseler tarafından bakılıp büyütülmesi de mümkündür. Evlât edinenle evlâtlık arasında tek veya çift taraflı bir mirasçılık ilişkisi yoktur. Aralarında mirasçılık söz konusu olmadığından, evlat edinenler hayatta iken diledikleri kadar malı evlatlık olarak büyütülen çocuğa hibe edebilecekleri gibi, mallarının üçte birini vasiyet yoluyla da bırakabilirler (Mevsılî, el- İhtiyâr, Kahire 1951, III, 48; IV, 62).

Başkası tarafından evlat edinilen kişi, gerçek babasının nesebinden çıkmış olmadığından onun mirasında hak sahibidir.

5-Haram yollarla elde edilen malın miras bırakılması durumunda bu para cami, köprü gibi hayır işlerine sarf edilebilir mi?

İslâm dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helâl yollardan elde etmelerini ister. Buna rağmen bir kişi malını haram yoldan kazanmışsa, öldüğünde varisleri bu malın sahibini aramalı; sahibini bulduklarında bu malı kendisine vermelidirler. Şayet bu malın sahibini bulamazlarsa onu hayır işlerine harcamalıdırlar (Serahsî, el-Mebsût, XII, 306; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râık, VIII, 229; Fetâvây-ı Hindiyye, III, 210).

 

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.