Yukarıdaki başlık, ülkemizde belli yerlerde, belli kesimlerin sıklıkla kullandığı tanıdık bir cümle. Bunu kullananlar, genelde Türk halkının cehalet ve tutuculuğu üzerine nutuk atan yarı-aydın, ya da sömürge aydını psikozundaki kimselerin ruh hâlini ifade ediyor.Devamı 6. Sayfada
Kendini halkı arasında yabancı hisseden bu tiplerin halkı adam etme, ya da onu dönüştürme hayalleri, realitenin sert duvarı karşısında hüsrana uğrarken, bu tip aydının ısrarında en ufak bir değişme olmadığı görülüyor. Bunun yaygın örneklerine sadece ülkemizde değil, üçüncü dünyanın az gelişmiş aydınları arasında da rastlanır.
Ben idrakine ulaşmış bir bireyin, başkalarının onayına ihtiyacı olmadığı gibi, başkalarını ötekileme ihtiyacı da olamaz. Bunun tersi davranış ya da algılayış biçimleri, ya “benmerkezci” bir yanılsamayı, ya da “ben idrakine” ulaşılamayışı içerir. Olgun ya da sağlıklı davranış biçimi, ötekilemeyi değil, empati yapmayı, yani kendini muhatabının yerine koyarak onu anlamayı gerektirir.
Muhatabını anlama gayretinin “araçsallaştırıldığı” yeni durumlar, bu algı yanılsamasını değiştirmiyor. Burada araçsallaştırmakla kastedilen, bir pazarlama ve yönetim “tekniği” olarak muhataplarını “nesne” biçiminde gören profesyonellerin bakış açısıdır. Bu ikinciler de, kendi toplumlarıyla ilişkiye geçerken, “faydacı” gerekçelerle bu yönteme müracaat ediyorlar.
Bizde sosyal bilimler yeterince gelişmediği için, bir sosyal olgunun temel sebeplerini kavramak yerine, kendi aklına uygun gelen doğru ya da gerçeklikleri topluma dayatma seçeneği tercih ediliyor. Bu tarz bir tavrın altında yatan sebebi bile kavrayamayan, daha doğrusu “dogmatik” bir tavırla kendi tarzına hiçbir hata atfetmeyen bu tarz düşünce biçimi, taassubun en koyu karanlığında bocalarken, paradoksal biçimde muhataplarını taasupla suçlayabiliyor.
Bu tarz bir davranış biçiminin, genel itibarıyla harcıâlem bir “hakikat” telakkisinden kaynaklandığı söylenebilir. Hakikatın bilgisi, yine çok yaygın bir yanılsamayla “modern bilme” yöntemlerinin tekeline verildiği içindir ki; “Bilim diyor ki” şeklinde başlayan cümlelerin tamamı, mutlak hakikati ifşa eden bir tavra bürünebiliyor.
Halbuki Modern Batı düşüncesinin temellerinden birini oluşturan Descartes’ın felsefesi, herşeyden şüphe etmekle başlar. Buna “metodik şüphe” de denilir. Çağımızın en önemli düşünürlerinden biri olan Karl Popper da, felsefesinin temeline “yanlışlama” kavramını koymuştur. Bir şeyin “bilim” niteliğini kazanabilmesi için, herşeyden önce yanlışlama imkânına sahip olması gerekir, ydsınamaz bir doğru olduğuna değil.
Bir gazete yazısında bu türden felsefi meseleleri bir ölçüde dile getiriyor olmam, bazılarına tuhaf gelebilir. Fakat bu yazdıklarımın pratik hayatı doğrudan ilgilendiren tarafları olduğu için bilinmesinde sayısız fayda bulunuyor.
Sözgelimi kendini belli bir konumda hisseden “uzman” görünümlü yığınla meslek erbabı, kendi doğrularını topluma dayatmak suretiyle, “demokratik” değil “bürokratik” yapılanmaların güçlenmesine bilerek veya bilmeyerek katkı sağlayabiliyor. İşin daha da ilginci, yarı okumuşlarımızla bazı kesimlerin kendi pozisyonlarını güçlendirmek, ya da görüşlerini teyit etmek için bu türden argümanlara ciddi biçimde taraftar kesildiklerini görebiliyoruz.
Sonuç olarak herkesin saygı gördüğü demokratik bir toplum olma yönünde mesafe almak yerine, antidemokratik yapıları kutsayan bir zihniyet yapısının çağdışı kabulleriyle boş yere enerji tüketiyor, bir türlü istediğimiz olgunluk seviyesine ulaşamıyoruz.
Ve yakınıyoruz: “Ne garip insanlar bunlar, ne tuhaf bir ülke burası”