Narin isimli 8 yaşındaki kızın katli ile ilgili haberleri hepimiz, üzüntüyle ve dehşet içinde takip ediyoruz. Üzgünüz ve dehşet içindeyiz ama olaylara ilgimiz, filim seyretme psikolojisi içinde. Sanki filim seyrediyoruz… Haberleri hızlı, sesli ve görüntülü takip edebilme imkânından bahsetmiyorum. Filimde işlenen cinayete nasıl ki biz müdahale edemezsek… Seyretmekten başka bir irademiz yoksa… Hattâ perdedeki cinayete müdahale gülünç ve aptalca ise… Aynen öyle seyrediyoruz. Filim seyrederken de ağladığımız olur. Kardelen’in bir kapağında halimiz şöyle resmedilmişti: Ayaklarından dizlerine doğru yanan adam, her şeyden habersiz gazetesini okuyor.
Biz hep mi böyleydik… Ar damarı çatlamış… Duygusuz… Hissiz… “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar”… İşime gelmeyeni, duymam, görmem… Bana dokunmayan yılan istediği kadar yaşasın. Ve ne zamandan beri böyleyiz? Köklü bir değişim ameliyesine mi maruz bırakıldık? Üzerimizde bir ameliyat yapıldı ve kanserli uru kesip atar gibi “merhamet” bizden alındı mı? Yoksa cemiyetimiz tabiî bir “ovülasyon” sonucu mu bu hale düştü?
11 sene önce, benzer olayları işaret ettikten sonra şöyle demiştim:
18. Yüzyılda ülkemize gelen Batılı yazarların (özet olarak) tespiti:
Türkler silâh taşımayı pek sever. Piştov, kama, hançer, kılıç ve saire her çeşitten silâhlarla dolaşan insanlar, bunları kullanmayı ve hele müslümanlar için kullanmayı akıllarının ucundan bile geçirmez. Öfke küpü haline bile gelseler, silâha sarılmazlar. İnsanların pür silâh “canlı bomba” gibi dolaştığı halde İstanbul'da yılda sadece dört zabıta vakası oluyor. Üçü azınlıklara ait ve cinayete varan para meselesinden; sadece biri Türkler’e ait, o da anlaşmayla sonuçlanacak basit bir vaka...
1970’li yıllarda... Kütahya’da bir Asmalı Kahve vardı. Yol üzerine kurulmuş, her tarafı gören pencerelere sahip büyük bir mekân... Dışarısını temaşa etmek mümkün iken, içerdeki konuşmalara dikkat kesilirdi herkes. İnsanlar, kenarlardaki kilim ve halılar konmuş sedirlere oturur, işlemeli yastıklara dayanarak konuşmaları dinlerdi. Kahveci, örnek bir açık oturum yöneticisi... Kimse konuşanın sözünü kesmez, zaten konuşması gerekenler kendisini bilir, dinleyenler de kimlere söz düştüğünü bilirdi. İmkân buldukça oraya gider, istifade ederdim. Bir gün bir ihtiyar, o günlerde Kütahya’da işlenen bir cinayet sebebiyle babasından duyduğunu nakletti…
Babası çocukluğunda şahit olduğu ibret verici bir vakayı anlatıyor... Eskişehir’de bir cinayet işlendiği duyulmuş ve bütün Kütahya yasa boğulmuş. Kim kimi öldürmüş bilmiyorlar. Sebebiyle de ilgilenmiyorlar. Sadece bir insanın bir insanı öldürmesine ve bunun yakınlarında vuku bulmasına üzülüyorlar. Müftü Ulucami’de bir vaaz vermiş ve demiş ki... Biz ne günah işledik ki, cinayet bizim yakınımıza kadar geldi. Burnumuzun dibinde bir cinayet işlendi. Bunun için hep birlikte tövbe edelim. Allah bizi affetsin. Yağmur duasına çıkar gibi bütün halk, belirtilen yerde toplanmış. Tövbe etmişler ve Allah’tan af dilemişler.
Çocukluğumda... Ölüm; ya bir hastalık, ya kaza sebebiyle veya savaşta şehit olmak şeklinde olur zannederdim. İlk defa bir cinayet işlendiğini duyduğum zaman dehşete düşmüştüm. Bir insan, bir insanı öldürmüştü. Dünyanın ilk cinayeti… Bütün köy de derin bir yeis içinde idi. Bir adam, kızını kaçırmaya gelen genci öldürmüş, sonra da gidip karakola teslim olmuş. O günlerde insanların yüzünde gördüğüm ıstırabı anlatamam.
Pür silâh, âdeta seyyar bir silâh deposu gibi dolaşan, buna rağmen yerdeki karıncaya bile basmayan, basamayan; bir kuş ötüşüne ağlayan, kuş evleri yapan kuzu gibi bir milleti; silâh yasaklarına, polise, güvenlik kameralarına, tepeden gözlemeye rağmen en yakınlarını bile öldürecek hale getiren ruhî, içtimaî, fikrî sebepler nelerdir? Sadaka taşını icat eden cemiyeti; yolsuzluk, usulsüzlük ve cinayet haberlerini yadırgamaz hale ne getirmiştir? Nasıl narkoz yemiş gibi bir hale gelmiştir?
O devirde… İşvelerine kanmayan Türk beyini, İngiliz (leydi)si, takdirle anlatır… Bugün kendi paralarıyla tezgâhlara gelip, kasetlerle esir alınıyor insanlar.” (10.05.2011)
Cinayetler, namussuzluklar, soygunlar ve benzerleri “vak’a-yı âdiye”… Âdi vaka… Sıradan olay… Basit zabıta vakası… Holivut’un “kusursuz cinayet” filmlerine özenilerek çevirilmiş bir “yerli filim” seyrediyoruz âdetâ... Televizyonlar dedektiflik bürosu… Anlı şanlı, kariyerli, itibarlı, mevkili, devletli akıldaneler, televizyonlarda dedektiflik taslıyor. Çare bulması gerekenler horluyor…
“Kim, bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur” diye kendisine bin yıl yön ve yol gösteren pusulayı kaybeden cemiyetin hali budur.
(Kanalımı takip ederek destek olur musunuz:
http://goo.su/AliErdal)